Okumadan, dinlemeden, keşfetmeden bilenler var bu ülkede, gök kubbe altında. Sokrates’i duymamışlardır belki de ama gavurdan öğrenecekleri hiçbir şey yoktur zaten onların. Elbistan’ın kocaman bir ülke olduğunu düşünmüşlerdir bir kere, -tan eki sayesinde sadece. Haritayı Adriyatik’ten Uzakdoğu’ya kadar boyamak yerine, bi’ Kahramanmaraş il haritasını merak etselerdi keşke. Meksika’yı ‘üçüncü dünya ülkesi’ olarak konumlandırırlar, Meksika’nın haritadaki yerini dahi merak etmeden. Meksika’yı izledikleri filmlerde İstanbul’un da Bombay’dan farkı olmadığını görebilmeyi başarsalardı keşke. Bombay’a bir şey dediğim yok (yeni ismiyle Mumbai’ye), olanın olduğu gibi olmasıdır istediğim. Orası İstanbul’dur çünkü. Meksika ise üçüncü dünya ülkesi olarak bakılmayı hak etmemeli izlerken filmlerini. Meksika sınırına ise ‘sınır’ olarak bakmamalı sadece. Ya da tam da ‘sınır’ olarak bakmalı belki de. Dramdır oradaki, insan’ı yok sayan bir ‘ticaret’tir. Juarez’den sınırı geçmek, New Jersey’e ulaşmak ise tamamen ‘yeni bir dünya kurmak’tır yola çıkan Latin Amerikalılar için.
Bir ‘Meksika sınırı’ filmi: Sin Nombre
Yayınlandı: Haziran 23, 2012 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:Cary Fukunaga, Sin Nombre
Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi
Yayınlandı: Kasım 25, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *Filmler, *Türk FilmleriEtiketler:celal tan, celal tan ve ailesinin aşırı acıklı hkayesi yorum, leyla ile mecnun dizisi, onur ünlü, onur ünlü filmleri
Dedemin İnsanları
Yayınlandı: Kasım 25, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *Filmler, *Türk FilmleriEtiketler:çağan ırmak, çağan ırmak filmleri, dedemin insanları, dedemin insanları eleştri, dedemin insanları yorum, Hümeyra, mübadele filmleri
Liberte
Yayınlandı: Kasım 21, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:çingene filmleri, liberte, Tony Gatlif
Hangimiz biliriz ya da kaçımızın haberi yoktur. Soykırımlar ve felaketler çöplüğü de diyebileceğimiz resmi olmayan tarih bir de Çingene soykırımını barındırır içerisinde. Üstelik Yahudi soykırımı diye bildiğimiz felaketin öznelerindendirler, isimleri bile anılmaz birçok makalede, filmde, eleştiride… Tony Gatlif’in ‘Liberte’si 1943’ün Fransa’sında bi’ Çingene kervanını konu alıyor. Gerçek bir öykü. Özgürlüklerinin göç’e bağlı olduğu Çingeneler, özgürlüklerini yitirmemek ve hayatları olan göç’ü bitirmemek için kaçıyor Alman askerlerinden. Bir Fransız köyünün girişine kuruyorlar çadırlarını. Ve dönemin Avrupa’sının modası ırkçılık!.. Uzun süre dışlanıyorlar köy ahalisi tarafından, ‘üstün insan’ Avrupalı tarafından ‘insan’ görülmeyerek… Çingeneler de memnun değil hallerinden. Özgür değiller. Göç etmeliler ama savaş hali diye yerleşmek zorundadırlar, kendilerinin olmayan devletin kanunlarına tabi olarak. Oysa Çingenelerden biri hayatlarına konulan bu engele ‘Bu sizin savaşınız. Biz hiçbir zaman savaş çıkarmadık.’der… İkinci Dünya Savaşı zamanlarında Avrupa’da yaklaşık 2 milyonu bulan Çingene nüfusu var, devletsiz. Devletsiz olmak doğuştan kimliksiz olmak mı? Yarım milyona yakını yok olan Çingeneler, hangimizin aklına‘Naziler soykırım yaptı’ derken gelir… Gelir mi? FATİH
Başı Olmayan Adam
Yayınlandı: Kasım 17, 2011 / ***Cannes 2003, ***Tüm Yazılar, *Kısa FilmlerEtiketler:başı olmayan adam, Cannes, Fernando Solanas, Juan Diego Solanas, Juan Solanas
2003 Cannes Film Festivali Kısa Film Yarışması’nın Jüri Özel Ödülünü alan ve Arjantinli yönetmen Fernando Solanas’ın oğlu Juan Solanas’ın yönettiği 15 dakikalık kısa film “Başı Olmayan Adam/ L’Homme Sans Tete” başarılı bir “kalabalıkta yalnızlıklar” hikayesi.
Açılış sekansındaki zeplinden atılan bir paraşütçü gibi katılıyoruz Solanas’ın hikayesine. Biz alçaldıkça açılan boz renkli sisin arasından bir sanayi-liman kentine iniş yapıyoruz. Gökyüzünden aşağı süzülerek dahil edildiğimiz hikayenin bunaltıcı rengi, sonrasında manzarasını bize kirli bir camın ardından sunuyor ve kahramanımız “başı olmayan adamla” orada tanışıyoruz. Kirli camlar, kirli aynalar ve şehir kirliliğinin büyük yer tuttuğu hikayede gözlerimiz başsız kahramanımıza alışmakta güçlük çekse de yönetmenin bizi hikayesine ustaca dahil edişinden uzaklaşamıyoruz.
Diğer başsızlar gibi kendisine uygun bir baş satın alarak sevdiği kızı etkilemeye çalışan başsız adamın, pırıltılı bir “baş dükkanı” salonunda denediği başlardan memnuniyetsizliğini ve sonrasında verdiği kararı izleyeceğimiz bu kısa metrajlı film özünde fotoğrafçı ve sinema yönetmeni bir babanın çocuğu, olan Solanas’ın büyük bütçeli işlere imza atmasına ve daha önceki başarılı işlerini duyurmasına olanak tanıyor.
Gelecek Uzun Sürer
Yayınlandı: Kasım 16, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *Filmler, *Türk FilmleriEtiketler:özcan alper, özcan alper filmleri, Cesare Pavese, gelecek uzun sürer, gelecek uzun sürer eleştri, gelecek uzun sürer filmi, gelecek uzun sürer yorum, Louis Althusser
İlk uzun metrajlı filmi Sonbahar ile kariyerine başarılı bir başlangıç yapan Özcan Alper’in ikinci filmi Cezayir doğumlu Fransız Marksist düşünür Louis Althusser’ın kitabının da adı olan Gelecek Uzun Sürer, “Cafer Panahi ve Muhammed Rasulof’a Özgürlük” sloganı ve İtalyan şair yazar Cesare Pavese‘nin Tepedeki Ev romanında geçen “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?” cümlesiyle başlıyor ve daha filmin en başında bir kaygısı olduğunu bize sezdiriyor. Sonbahar filminde politik fakat duygusal yanı daha ağır bir temayı işlemesine rağmen bu filminde duygusal fakat politik yanı daha ağır basan bir konuyu-günümüzde çözüm umudunu ve çözümsüzlük korkusunu aynı anda yaşayan Kürt meselesini, faili meçhulleri ve geride bıraktığı acıları-sorguluyor. Etnomüzikoloji tezi için ağıtlar derleyen Sumru’nun izinden takip ediyoruz konuyu. Çalışma yapmak için Diyarbakır’a gelen Sumru, bölgede yakılan ağıtları araştırırken korsan dvd satan, sanat filmleri hayranı ve tam bir “tutunamayan” örneği Ahmet ile tanışır (Korsan satıcı deyip geçmeyin, Ahmet’in filmde öğreneceğiniz fakat benim burada söylemeyeceğim başka ünvanları ve sosyal faaliyetleri de var.) ve ikisi sesler üzerinden bir yolculuğa çıkar. Bu süreçte yakınları faile meçhule (galiba artık meçhul değil) kurban giden Kürtlerle konuşma fırsatı bulurlar ve işitsel ve görsel hafıza merkezinde o döneme ilişkin konuşan tanıkların seslerini dinleyerek hayatını kaybedenler hakkında araştırma yaparlar. Özcan Alper’in bir röportajında dediği gibi belki herkesin bildiği politik hikayelerin arkasındaki insan hikayelerini öne çıkarmaya çalışırlar. Bu konuşmalar ve filmde gösterilen o döneme ait gerçek çekimler filme bir belgesel havası katmış olmakla birlikte filmin akıcılığını da engel olmuş. Filmde ağıt peşinde koşan Sumru aslında meseleye dışardan bakan herkes gibidir. Ağıt peşinde geldiği bölgede insanların acıları ve yaraları ile karşılaşan Sumru ağıtları unutarak acısını anlatan tanıkların sesleri içinde kaybolur. Filmde çok çok az görünen Sumru’nun dağa çıkmak için onu bırakıp giden erkek arkadaşı Harun, filmin esas temasında önemli bir yere sahiptir ve bizi üniversitede okuyan bir insanın neden dağa çıktığı sorusuna yanıt aramamıza sevkeder.
Özcan Alper’in yaptığı aslında malumun ilanı fakat bunu yaparken genelden özele inme çabası var. Evet güneydoğu ağıtların en çok yakıldığı yerdir ve Sumru bu yüzden buralara araştırmaya gelmiştir fakat bu ağıtların arkasında neler vardır, bunu anlatmak istemiş. Bir eleştirmenin de dediği gibi eline pankartı alıp bağırmaktan ve meseleyi ifşa etmekten başka birşey değildir Alper’in yaptığı. Ama ne olursa olsun meselenin nerdeyse tüm boyutları ile konuşulduğu ve tartışıldığı günümüzde sinemasal anlamda da gündeme gelmesi sevindirici. (İki Dil Bir Davul, Oğul, Kayıp Özgürlük.. Kürt meselesine farklı boyutlarıyla anlatan filmlerle birlikte de düşünülebilir) Fakat açıkcası duygusal yanı daha kuvvetli olan sonbahar filmi kadar etkileyici ve sarsıcı bir film değil. Filmi izledikten sonra belgesel tadı kalıyor damakta. Sonbahar’dan aklımızda kalan duygusal sahnelerin aksine bu filmden sonra aklımızda filmde yapılan “röportajlar” kalacak belkide. Filmin sonlarına doğru Sumru’nun Ahmet’e sorduğu gelecek 25 yıl nasıl olacak sorusuna Ahmet’in verdiği cevap geleceğin uzun sürse de umutla dolu olarak geleceğini hissettiriyor.
18. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney Özel Ödülü, SİYAD En İyi Film, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Müzik dallarında ödül alan film, röportajlarından çıkardığım kadarıyla ne şehit ailelerinin ne de terörist ailelerinin yanında durmadan orta yerden meseleye baktığını söyleyen Özcan Alper’in bu iyi niyetine ve ilk filmi Sonbahar hatırına izlenmelidir.
MEHMET
Bir Zamanlar Anadolu’da
Yayınlandı: Ekim 31, 2011 / ***Cannes 2011, ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *Filmler, *Türk FilmleriEtiketler:bir zamanlar anadoluda, bir zamanlar anadoluda afiş, bir zamanlar anadoluda eleştri, bir zamanlar anadoluda yorum, nuri bilge cylan
Martha Marcy May Marlene
Yayınlandı: Ekim 31, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerBir Zamanlar Anadolu’da
Yayınlandı: Ekim 3, 2011 / ***Cannes 2011, ***Tüm Yazılar, **Hakan'ın Yazıları, *Filmler, *Türk FilmleriEtiketler:bir zamanlar anadoluda, bir zamanlar anadoluda eleştri, bir zamanlar anadoluda film afişleri, bir zamanlar anadoluda kritik, bir zamanlar anadoluda yorum, Clark Gable, Hatice Aslan, nuri bilge ceylan
Sanıyorum hayatımda ilk defa arkadaş arasında “ben bu filmi çözdüm abi” artistliği yapamayacağım raddede bir film izledim. Nuri Bilge Ceylan Üç Maymun’da bıraktığı yeri (varoluşçuluk? şiirsel gerçekçilik? neyse işte) bu filmde oldukça öteye taşımış görünüyor. Üç Maymun -ölmüş kardeş olayı hariç- kapalı bir öykü olduğundan denklemi yerli yerine koymak, yapılan çözümlemenin sağlamasını yapmak oldukça kolaydı. Ayrıca kurulan dünyanın birincil özne ve nesnesi olan kadın (Hatice Aslan), tüm hali tavrıyla tabiri caizse incelemeye sunulmuştu. bu filmse alabildiğine eril, özneler tamamen erkek ve kadınlar sadece onların öykülerindeki gerçeklikleriyle varlar. Görünenlerse konuşmuyor, bakıyor; anlatmıyor, anlam üretiyor diyelim. Ama ana mevzu kadın, ona kuşku yok, komser naci’nin dediği gibi: “Bir olayda önce kadına bakacaksın.”
Şimdi dediğim gibi ben filmi tam olarak çözdüğümü iddia edemeyeceğim ama önerecek bi metodolojim var. şimdi elimizdekilere bakalım, teker teker gidelim:
– Yüz çekimlerinin yoğun olarak, özellikle kullanıldığı bir film bu. Suçu, suçluyu yüz’de gösteriyor. Katilin de yüzü yaralı, savcının da. Şimşekle beraber doktor’un gördüğü kabartma sureti de unutmayalım.
– Bir ölüm var. (Öldürülen bir adam mı; yoksa öldürülen bir kavram, bir duygu, bir “bişey” mi?)
– Kadınlarıyla sorunları olan bir grup adam cesedi arıyor. (Bir “bişey”in ölümünü yaşamışlar, ama adını koyamıyorlar?)
– Köy sahnesinde tüm o sorunlu karakterler muhtarın kızından büyüleniyorlar (Platon’un koyduğu anlamıyla “ideal” kadını görüyorlar bence), öyle ki, katil öldürdüğü adamı da orada görüyor.
– Bu köy ziyareti/ideal kadının gösterimi sonrasında, ceset “bulunuyor.” (Problem açığa çıkıyor, kendi kendilerine itiraf ediliyor vs.)
Şimdi bu ceset öyküsünü doktor üzerinden okumazsak çuvallarız gibime geliyor. Çünkü şurası açık ve net ki “doktor” karakteri üzerinden bir “teşhis” arayışı olarak kurulmuş bu öykü, sonunda da “otopsi”yi yapan kişi doktor zaten. (Kimi zaman cesedin bu şekilde bir metafor olarak kullanıldığı filmlerde olayı ısrarla dedektiflik öyküsü olarak yansıtırlar. Bence bu doktor oyunu iyi olmuş. Çünkü dikkat ederseniz insanların mahremlerini doktora açma realitesi iyi kullanılmış, yalanlarla bezeli dedektiflik öyküsündense kalıbınna uydurulup doktora anlatılan samimi öyküler filmi daha gerçekçi kılmış.) Zizek de öyle diyor ya hani, “psikanalist dedektiftir” diye; burada psikanalitik değil, daha cerrahi bir araştırma yapılıyor ama alegori aynı yere işaret ediyor sonuçta.
Doktor film boyunca Komiser Naci’nin, Arap Ali’nin, Savcı’nın derdini dinliyor ama, her birinin kadınlar(ıy)la dertleri olmasına rağmen, asıl gerilim Savcı üzerinden gidiyor dersek yanlış olmaz. Zaten yüzü “yaralı” olan şahıs savcı. Anlattığı öykü biraz netameli. Eşinin ölümüne dair tek referans noktamız yine kendisinin anlattıkları. Eşi kendini öldürmüş çünkü. Bir konuşamayan, kendisinin yerine konuşulan kadın daha. Burada bir parantez, Clark Gable’a benzeyen savcı, neden maktul hakkında “Clark Gable’a benzemektedir” esprisi yapıyor? Kendini kurban olarak görüyor diyebiliriz sanırım, veya öyle görmek istiyor. Komiser de kendini karısının kurbanı olarak görüyor, değil mi? Bence öyle. Peki Arap? Karısının köyüne gitmek istememesi? Ama doktor anlıyor, çünkü doktor rasyonel, çözümleyici akıl.
Doktorun film boyunca geçirdiği transformasyon konusunda elimizde iki işaret var bence. Biri şimşekte görülen suret üzerinden verilen “zamansızlık” ve/veya “zamanda hapsolma” hissi, diğeri otopside yüzüne sıçrayan kanla içine girdiği ahlaki suç. Kanımca “Bir zamanlar anadolu’da tuhaf bi gece yaşamıştık” demeye ikna oluşunun resmidir bu doktorun. Soluk borusundan çıkan toprakla erk(ekliğ)in suçunu gören, bu suçu kendisi de duyumsayan (kendi kadınıyla olan öyküsünü bilmiyoruz, onun anlatabileceği bir “doktor” yok çünkü) doktor, bu suçun “baki” olduğunu hissediyor, diyebiliriz bana göre. Ama yüzüne kan sıçrıyor işte, ona engel olamıyor.
Şimdi, Nuri Bilge’nin tıpkı Üç Maymun gibi gökgürültüleriyle başlayan bu filme kattığı bir öneri/çözüm olarak, filmin çocuk cıvıltılarıyla bitmesini ele alabilir miyiz? Ortada bir cinayet varken, yakınına düşen topa hayata çocuksu bir vurdumduymazlıkla vuran maktulün/katilin oğlu, bize umut vaat ediyor mu? Ediyor bence. Naci’nin çocuğu hasta, umut yok. Savcının çocuğu, sahi o çocuk ne yapıyor? Haber yok. Bu suçlu erkekler dünyasının yeni jenerasyonunu, bu Habil’in de Kabil’in de suçlu olduğu cinayet öyküsünde, akan kandan attığı taşla hesap soran çocuk temsil ediyor diyebiliriz sanki.
Baştan belirttiğim gibi, türlü yorumlara açık, şiirin, öykünün, resmin içiçe geçtiği böylesi bir yapıttan sınırsız anlam çıkabilir, çıkacaktır da elbet. İzlemek, izletmek, düşünmek, düşündürmek, düşünülenleri paylaşmak lazım. Ben üzerime düşenin bir kısmını yaptım sanırım. Herkes görev başına.
HAKAN
Midnight In Paris
Yayınlandı: Ekim 3, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Hakan'ın Yazıları, *FilmlerEtiketler:Carla Bruni, Midnight in Paris, Owen Wilson, Woody Allen
Midnight in Paris, Woody Allen abimiz hep Avrupa’da kalsın dilekleriyle sonlanan bir film. Müthiş film müzikleri, durup dururken içine giriliveren inanılmaz kareler, kafaya kafaya vurmadan tatlı dille verilen yaşamsal mesajlar.. Doğrusu bu kadar iyisini gerçekten beklemiyordum.
Filmin “nostalji” duygusu etrafında dolaşıp bugüne dair verdiği mesajlar çok yerindeydi. Ukala yavşak akademisyenin “golden age” eleştirisini haklı çıkarır gibi biten film aslında nostaljinin, daha doğrusu geçmişte aranan şeyin, bugünde de bulunabileceğini, ama neyin arandığının tam olarak bilinmesiyle mümkün olduğunu söyler nitelikte. Yazarın (Gil) hayatının yazdığı kitapla eşlenmiş olması da basit ama yorumu güçlendiren bir unsur olarak sevimliydi. Bu arada Carla Bruni davaya uyanmış mıdır bilmem ama, sanki rehber rolünde onun oynatılması Woody amcanın güzelim Paris’in ve bugünün Avrupasının anasını ağlatan Sarkozygillere bir nazireydi gibime geldi, bilemiyorum artık.
Bu arada yavşak akademisyen örneğiyle sunulan çokbilmişlik ve teorik robotluğun karşısına hissiyatın, bizzat deneyimin çıkarılması da güzeldi elbet. Ama bu deneyimleme hususunda beni filme en ama en çok bağlayan şey, Woody Allen’ın -neticede kendisi de bir sanatçı olarak- sanatçıların eserleri vasıtasıyla diyaloğa girilen, tartışılan, geyik yapılan, derdine ortak olunan dostlar olarak kurgulamış ve yaşamsal bağlamına bu şekilde oturtarak zenginleştirmiş olmasıydı.
Gerçekten de filmden çıkınca filmde yer verilen her sanatçıyla, ama en çok da Woody başkanla oturup bi şeyler içerek “baba nolacak bu dünyanın hali” diye konuşmuş olmayı istemeyen var mı çok merak ediyorum.
HAKAN
The Deer Hunter (1978)
Yayınlandı: Eylül 23, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Hakan Ö.'nın Yazıları, *KlasiklerEtiketler:Christopher Walken, Deer Hunter, John Cazale, klasik filmler, Michael Cimino, robert de niro filmleri, the deer hunter, Vietnam
Maymunlar Cehennemi Başlangıç
Yayınlandı: Eylül 19, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerEtiketler:James Franco, maymunlar cehennemi başlangıç, the rise of the planet of the apes
Hafta sonu yakında dört yaşını dolduracak olan oğlumu sıkı hayranı olduğu ve ilk filmini evde yaklaşık 1500 kere izlediği ‘Arabalar’ filminin ikincisine götürdüm. 3 boyutlusuna da gitmek mümkündü ancak biz Türkçe dublajlı normal halini seçtik. Filmin bu ikinci versiyonu ilkinin devamı niteliğinde olmakla birlikte, bence ilkini animasyon tekniği, kurgu, ayrıntılar ve benim belki farkına varamayacağım birçok açıdan aşmış. Konu itibariyle Şimşek Mc Queen’in yarışçılığı 2. planda kalmış ve sevimli-şaşkın Çekici Mater’ın ajanlık hikayesi ön plana çıkmış. Filmin başlangıç kısmı gerçekten çok iddialı-petrol platformlarının aydınlandığı sahneye dikkat! Genel olarak 007 James Bond’un animasyon ve arabalara uyarlanmış versiyonunu izliyor gibi hissettim. Ayrıca ülke görüntüleri-Tokyo, Portofino, Londra- hayal gücümü zorlayıcı nitelikteydi. Tabii konu itibariyle yeni tiplemeler eklenmiş hikayeye. Benim favorim Külüstür Mafyasının yaşlı Alman Profesörü oldu, “Wunderbar” çok sevimli! Ayrıca İngiliz Kraliçesine ve Ajan Fin’e (adı Fin idi sanırım) bayılacaksınız. Kısacası büyüklerin de keyifle izleyebilecekleri bir film olmuş.( zaten konusu itibariyle bizim oğlanı biraz aştı sanırım; arada merdiven basamaklarındaki mavi ışıkları incelemek üzere yerinden kalktı.)
DERYA http://liladunya.blogspot.com/Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Yayınlandı: Ağustos 22, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *Filmler, *Türk FilmleriEtiketler:bizim büyük çaresizliğimiz, tatil kitabı
Seyfi Teoman’ın Tatil Kitabı filmden sonraki ikinici filmi Barış Bıçakçı’nın aynı adlı romanından uyarlama Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Roman uyarlaması filmlere her zaman seviyeli yaklaşsam da bu filmin kitabını okumadığım için bu sefer öyle olmadı. Bu yıl Berlin Film Festivalinde yarışacağnı duydum günden beri bekliyordum filmi. Her ne kadar Berlin’den elimiz boş dönsek de genç bir yönetmenimizin ilk filminde olduğu gibi Berlin’de bize heyecan yaratması bile yetti.
Filme dönecek olursak. Film Ankarada geçiyor. Fakat Ankara’yı sevmeyen benim gibi birisine bile Ankara hakkında tekrar düşünme fırsatı verdi. Yönetmen sekans geçişlerinde ekrana yansıttığı güzel Ankara manzaralarıyla nerdeyse şehrin tüm meşhur yerlerini seyirciye sunuyor.(Belki de tek eksik yanlış izlemediysem Ankara Kalesi’nde herhangi bir sahnenin geçmeyişi) Filmde lise yıllarından beri samimi arkadaş olan Ender ve Çetin’in hayal ettikleri bekar evlerine kavuşmalarından sonra hayatlarına ve evlerine yakın arkadasları Fikret’in kızkardeşi Nihalin girmesiyle dengeler bozuluyor. Kendilerinden yasça çok küçük olan Nihal evlerine girmesiyle daha bir dikkatli yaşamaya özen gösteren arkadasları büyük de bir tehlike beklemektedir: Nihale aşık olmak, belki de aynı anda… İnsanı gerçekten imrendiren bir bekar evine sahip olan ikili birlikte oldukları her anın tadını çıkarmaya özen gösterirler. Film boyunca beraber yaptıkları yemekler ve kurdukları sofralar insanın iştahını kabartıyor. Filmde Ender’in de dediği gibi aslında iki yakın arkadaşın yaşadığı bir başka çeşit aşk. İzlediğim belkide hiçbir filmde birbirine bu kadar düşkün (tabiiki de gay olmadan) iki erkek arkadaş görmedim. Film boyunca iki arkadaşın Nihal’le olan ilişkileri de izleyiciyi filmin sonu için meraklandırıyor. Yoksa bu kadar yakın arkadaş bir kız için bir kavgaya veya tartışmaya girer mi? Filmin sonunun çok ama çok samimi bittiğini söyleyebilirim (ama spoiler vermeden).
Yönetmen Seyfi Teoman’ın kamerası gerçekten çok doğru yerde duruyor. Nuri bilge Ceylan’da alıştığımız fotoğraf kareleri kıvamında çekimlere bu filmde de rastlamak mümkün. Bence filmde olması gereken birçok şey vardı. DVDdeki çıkarılmış sahneleri de izlediğinizde yönetmenin ne kadar iyi bir ayıklama yaparak filmini oluşturduğunu görmek mümkün. Çok samimi ortamlarda geçen (dans sahnesi, sofra başı muhabbetleri, yemek pişirmeleri, birbirlerine küfürleri, kokoreç keyifleri…) film gerçekten gördüğü ilgiyi haketmiş. Filmin içinde geçen müzikler de gerçekten filme ayrı bir tat katmış. Ben şimdiden Seyfi Teoman’ın üçüncü filmini sabırsızlıkla bekler oldum….
MEHMET
Sundance Film Festivali’nde yarışmış ve/veya gösterilmiş filmleri izlediğimde çoğu zaman hüsrana uğramadım. Bağımsız filmleri sevenler için buradaki filmler kaçırılmayacak nitelikte oluyor. En son izlediğim 2010 Sundance’da gösterilmiş “Welcome to the Rileys” filmi de beni mutlu etti diyebilirim. Film son zamanlarda sıkça değinilmeye başlayan ‘evlat acısı’ (Allah kimseye göstermesin) temasını işliyor. Bu konuda akla gelen diğer filmlerle (The Rabbit Hole, The Son’s Room, Üç Renk: Mavi) paralellik gösteren kısımları olsada “Welcome to the Rileys” filmini başka kılan unsur evlat acısını unutturan bir başka kişinin olması.
Filmde, genç yaşta kızlarını kaybene Riley ailesinin hayata tutunma/tutunamama hikayesini izliyoruz aslında. Baba Doug Riley (James Gandolfini), kızının ölümüyle hayata küsen ve uzun süredir evinden dışarıya çıkmayan karısından (Melissa Leo) gittikçe uzaklaşmaktadır. Başka birisiyle görüşmekte, çıktığı iş gezilerini bilerek uzatarak evinden olabildiğince uzak durmaktadır. Yine çıktığı iş gezilerinden birinde, eğlenmek için gittiği barda dansçılık yapan genç bir kızla (Kristen Stewart) karşılaşır. Başlangıçta kendisiyle farklı şekilde ilişki kurmak isteyen genç kızdan uzaklaşmaya çalışır fakat farklı bir mekanda daha düzgün şartlarda tekrar karşılaştığı kızla bu sefer bambaşka bir ilişkiye yelken açacaktır. Doug, bu genç kızı kaybettiği kendi kızı yerine koymaktadır ve en sonunda bir şekilde kızın kaldığı köhne evde para karşılığı kalmaya başlar. Beklenmedik şekilde dışarıdaki hayata adapte olmaya karar veren eşi Lois de haber vermeden Doug’un yanına gitmek için yola çıkar. Ve bu üçlü buluştuğunda tahmin edilenler olduğu gibi, edilmeyen birçok şeyde gerçekleşir. Evlat acısını işleyen Rabbit Hole ve The Son’s Room filmlerindeki can sıkkınlığının yerine bu filmde biraz daha umut var. Kaybedilenin acısı elbetteki hiçbir zaman unutulmaz ama dünya da aynı hızla dönmeye devam eder. The Rabbit Hole’da Nicole Kidman’ın anne rolünde kaybettiği çocuğunun eşyalarına tapan bir karakteri canlandırmasına inat, bu filmde kaybedilen çocuk ile ilgili çok detaya girilmez. Fakat burada da kaybedilen bir çocuğun yerine sevilebilecek birinin – ki burada aslında kötü bir karakter- portresi çizilmeye çalışılır. Alacakaranlık serisinden tanıdığımız Kristen Stewart ve The Soprano’tan James Gandolfini’nin performansı gerçekten iyi. Frozen River filminde kendisine hayran kaldığım Melissa Leo’nun yeri ise ayrı.
Aile içindeki geçimsizlik, evlat acısı, ailedeki yaşlıların durumu, ruhsal bunalımlar…vb. gibi dünyanın heryerinde karşılaşabileceğimiz durumlara değinen filmlerin artması sevindirici. Artık sinema dünyası salt iyinin kötüyü kovuladığı polisiyelerden, aşık olup da kavuşamayan çiftlerden, başına dünya da düşse ölmeyen kahramanlardan bıktı bence. Gerçekleşme ihtimali düşük olaylardan absürd filmler çıkarmak yerine hergün başımıza gelen olaylardan izlenesi ve bamteline dokunan filmler çıkması sinemanın işlevselliğini arttıracaktır. İyi ki bağımsız sinema var.
MEHMET
Inarritu ve Filmleri
Yayınlandı: Ağustos 18, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Alper'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:21 grams, ameros perros, babel, babil, Biutiful, inarritu, inarritu filmleri
Alejandro Gonzales Inarritu’nun filmleri, birbiri ile alakasız gibi görünen onca parçanın biraraya gelerek anlamlı bir bütünü oluşturduğu bir yapbozu andırır.Parçalı görüntüler ile başlar bu filmler ve her bir parça kendi kahramanını barındırır. Karakterleri, özenle çalışılmış farklı kişilerdir. Her bir parçada farklı bir film izler gibi olursunuz.
2006 yapımı “Babil” yapboz parçacıklarının en çok bulunduğu filmidir. Fas’ta, babalarına hediye edilen bir tüfeğin söylendiği gibi gerçekten uzun menzili olup olmadığını denemek isteyen küçük Yusuf’un nişan aldığı turist otobüsünde Amerikalı bir bayanı (Cate Blanchett) yaralamasıyla başlar bütün hikaye. Aslında bu başlangıç sadece film için geçerlidir. Esas hikaye, öncesi ve sonrasını kaybettiren bir zaman kurgusu ile farklı kıtalardaki başka hikayeler ile kesişmektedir. Meksika’nın yoksul bir kasabasında, bir düğündeki yöresel adetleri izlerken bir anda kendinizi Japonya’nın modern ötesi karmaşasının içerisinde bulursunuz. Zihin, Meksika ve renklenememiş görüntülerin arkasındaki karakterler ile dolmuş iken, Japonya’nın Avrupa özentisi eğlence mekanlarındaki sağır ve dilsiz genç kızın (Rinko Kukichi) filmde hangi sebepten bulunduğuna dair düşünmeye başlarsınız. Babası ile yaşayan Japon kızın, Fas’ta eşini hayatta tutmaya çalışan Amerikalı adam (Brad Pitt) ile olan etkileşimin sebebini merak ile beklersiniz. Inarritu’nun yapbozu sonunda birleşecek ve Fas, ABD, Japonya ve Meksika’da geçen hikayelerin oluşturduğu tabloya zevkle bakacaksınız.
Tarzı olan yönetmenlerdendir Inarritu. 2000 yapımı “Paramparça Aşklar ve Köpekler (AmoresPerros)”de de benzer parçalanmış hikayelerin birleşimi ile ortaya çıkan bütün vardır. “Babil” den farkı, bu sefer hikaye tek bir şehirde Mexico City’de geçmektedir. Üç farklı hikayeyi izletir bize Inarritu. Bir trafik kazasının kesiştirdiği, birbirlerinden bambaşka hayatlara sahip ve öyle hayatlar ki olağan zamanlarda kesişmesi mümkün olmayan, üç farklı hikaye… Köpekleri dövüştürerek para kazanmaya çalışan bir delikanlı (Gael Garcia Bernal) ile reklam panolarını süsleyen popüler bir mankenin hayatı ancak bu kazada kesişir. Çulsuz bir Meksikalı’nın gözleri önünde… Yaşamın her daim sebep ve sonuç sürecinden geçtiğini ve bazı sonuçların öncesinde tahmin edilemeyecek sebeplerden oluştuğunu düşünürsek, doğal olan tesadüfleri incelikler ile işleyerek sinemaya uyarlayan Inarritu’yu keyif almadan izlemek mümkün değil.
ALPER AĞIRMAN http://keyfimizvebiz.wordpress.com/Tavşan Deliğinde Mutluluk
Yayınlandı: Ağustos 16, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Alper'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:Aaron Eckhart, mutluluğun peşinde, nicole kidman, the rabbit hole
Becca (Nicola Kidman) ve Howie’nin (Aaron Eckhart) mutluluk arayışını anlatan dram öğeleri ağır bir film. Film, çiftin 4 yaşındaki çocuklarını bir trafik kazasında kaybettikten sonraki 8. aylarında başlıyor. Normal yaşamlarına devam etmeye çalışan Beca ve Howie’nin, nasıl normal bir şekilde devam edemediğini ve mutluluk arayışında uygulamak istedikleri farklı yöntemleri izliyoruz.
Becca, herşeyi ile çocuğunun anılarından kurtulmak istiyor. Kıyafetlerini bir yardım kurumuna veriyor, kazaya sebep olan köpeği annesine gönderiyor ve nihayetinde evi satıp gitmeyi istiyor. Howie ise acısını, daha farklı bir şekilde, anıları yaşayarak atmaya çalışıyor. Telefonunda kayıtlı oğlunun videosunu izleyerek, onun odasında vakit geçirerek ve evi satmaya direnerek… Birlikte başladıkları terapi derslerine yalnızca Howie devam etmek zorunda kalıyor. Becca ise bunun bir çözüm olmayacağını söyleyerek gruptan ayrılıyor. Becca, acısını yaşarken bazen Howie’ye sert çıkıyor, bazen hamile olduğunu öğrendiği kız kardeşine, bazen de aynen kendisi gibi çocuğunu kaybetmiş olan annesine. Ama bu arayışta ona asıl yardımcı olacak kişi, oğlunu ondan alan arabayı kullanan genç Jason (Miles Teller) oluyor. Jason’ın da acıyı içten yaşayan halini görmek Becca’nın acısını hafifletebiliyor. Onunla görüşmeye başlıyor. Paylaşıyor.Çizgi romanlarını okuyor. Onun hayal dünyasındaki tavşan deliğini anlamaya çalışıyor.
Orjinal ismi “Rabbit Hole (Tavşan Deliği)” olan film Türkçe’ye -belki de yakışır bir biçimde- orjinalinden farklı olarak “Mutluluğun Peşinde” olarak çevrilmiş. Son kareye kadar karakterlerin mutluluğun peşindeki içsel seyahatlerini başarılı bir şekilde veren film, mutluluk anını doyasıya paylaşıyor mu?..
Filme mutlu iken gitmek en iyisi. Aksi bir hayli yorar. Bizden aldığı not : 6,3 (IMDB: 7,3) ALPER AĞIRMAN (http://keyfimizvebiz.wordpress.com/)Harry Potter ve Ölüm Yadigarları Bölüm 2
Yayınlandı: Ağustos 12, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerEtiketler:Harry Potter
Ve senelerdir bıkmadan usanmadan beklediğimiz son gelip çattı. Bir seri daha bitti. Remake yapılana kadar bir 30 sene rahatız. Şahsen, diğer gişe canavarı film serilerinin yanında eli yüzü düzgün bir ürün olduğundan o kadar da sevindiğimi söyleyemeyeceğim. “Spider Man” serisini tekrardan seyredene kadar yeni baştan bir “Sırlar Odası” seyretmeye razıyım.
Neyse gelelim filmimize. Gelelim de ne anlatsam acaba. Zaten serinin en az bir bölümünü seyretmişinizdir. Konu hakkından haberdarsınızdır. Usta büyücümüz Harry Potter’ın okul hayatı boyunca 2 can ciğer arkadaşı ile birlikte hazırlandığı büyük savaş artık bu bölümde verilecek. Kötü ve faşist büyücü “İsmi Lazım Değil” artık yolun sonuna geldi. Acı bir ölüm onu bekliyor. Bunlara artık spoiler demiyorum çünkü, benim gibi kitabı hiç okumadan seriyi seyredenler bile sonunda ne olacağını artık biliyor. Bu kadar bilgiden sonra “Titanic” filmi bile daha süpriz bir sonla çıkar karşımıza. Gelelim teknik detaylara. Ama burda da anlatılacak yeni bir şey yok. Zaten Bölüm 1 ile aynı anda çekildikten sonra kurguda iki filme ayrıldıkları için, bir önceki bölümü seyrettiyseniz görsellik ve oyunculuk anlamında hiçbir farkı yok. Hoş öncekiler de çok mu farklıydı? Şahsen seriyi sinemada takibe, tam ortasından başlayan bir seyirci olaraktan, genel anlamda filmlerden tatmin olarak çıkıyordum. Bu son halka da öncekilerden ne eksik ne fazla. Beton askerlerin savaş pozisyonu alması, okuladaki savaş çekimleri, ekstra güzellikleriydi. Diyaloglardaki gençlik espirisi kırıntıları, oyunculuklardaki ustalıklar ise önceki filmlerin izinden gidildiğinin göstergesiydi.
Yine de eğer istikrarlı bir Harry Potter seyircisi iseniz; Hermione ve Weasley’in ilk öpüşmelerini, kahramanlarımızın saçma sapan yaşlılık hallerini, başından beri kurgulanmaya çalışılan bir takım sırların açığa çıkmasını ve büyük kapışma sahnesini görmek için sinemaya gitmenizi tavsiye ederim. Ayrıca Voldemort’un ölümü çok sade başarılı ve yerindeydi. Filmin en başarılı sahnesi diyebilirim. Sonuç olarak sadece üst paragraftan anlam çıkaranlara tavsiye olunan vasat üstü bir seyirlik. Artık ben de gişe canavarı filmler hakkında atıp tutmak yerine, festival görmek, sinemanın üstadlarının filmleri ile coşup, bu satırlara mehtiyeler düzmek istiyorum. Gelsin artık Eylül…
Puan: 5/10 CİLASUNBir Onur Ünlü Filmi Daha: Celal Tan Ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi
Yayınlandı: Ağustos 9, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Beklenen FilmlerEtiketler:celal tan ve ailesinin aşırı acıklı hikayesi, leyla ile mecnun, onur ünlü, onur ünlü filmleri
The Way Back ya da Türkçe adıyla özgürlük yolu adlı filmi izledim. Filmin hikayesi gerçek olduğu iddia edilen bir kitaba dayanıyor ama ciddi şüpheler varmıs bu konuda. Konusuna gelince, Stalin döneminde Gulaglardan (kısaca esir kampı-hapishane kampı tarzı Sovyet mamulü) kaçan bir grup mahkumun Hindistan yolundaki maceraları anlatılıyor. (4000 mil ya da 6500 km) Basınımızda Stalin dönemini eleştiren bazı yazarlar, liberal solcular da dahil, bu filmi Stalinist döneme mersiye yazan fraksiyonlarla izleme tavsiyesinde bulundular, “siz övuyorsunuz ama bir bakın da görün övdüğünüzü tarzından” fakat bunu yazan kisilerin filmi izlediklerini zannetmiyorum çünkü film Stalin dönemine ait çok az vurgu içeriyor, yapılan vurgular da filmin başında başrol oyuncumuzun (Jim Sturgess) Sovyet subayı tarafindan medeni bir şekilde sorgulanması (hikayeden çıkardığımız üzere yakın akrabalara baskı ile yalan şahitlik yaptırılması) ve 2 dk bile sürmeyen kamptaki yemek sırasındaki insanlarin sefil hali ve mücadelesi. Film bir dönem eleştirisinden çok vahşi doğa karşısında insanoğlunun zayıflığının anlatıldığı bir film tadında, zaten National Geographic Entertainment’in filmin yapımcıları arasında yer aldığını düşündüğumüzde bu anlaşılabilir bir durum.
Film boyunca Sibirya soğuğundan, Moğol stepleri ve Çin çöllerinin acımasız sıcağına, oradan yine Himalayalara ve sonunda Hindistan’a ulaşan görsel bir şölen içinde durmadan, ama arkalarında kimse olmadan, bol bol yürüyen bir grup trekker var karşımızda. Bu kadar uzun coğrafyayı (6500 km) 2 saatlik bir filmde göstermek isterseniz haliyle ya hikaye kurgusundan ya da coğrafyadan ödün vereceksiniz, filmin yapımcıları hikayeyi biraz boşlamışlar, ve ortaya Sibirya’dan doğaya bırakılan 7 adet zayıflatılmış Bear Gryll’in Hindistan yolu maceraları tadında bir film çıkmış. Burada diğer bir problem ortaya çıkıyor, filmin başında çok sağlam bir spoiler var, “bu film Sibiya’dan kaçan 3 adamın 4000 millik kaçış hikayesi” tarzında, yani filmin başından itibaren hikaye ve doğa kadar kaçan arkadaşların (7 kişi) hangi dördünün ne zaman ve nasıl öleceğine dair çaba konsantrasyonunuzu ve heyecanı daha da aşağılara çekiyor.
Peki bu film niye izlenir. Sakın filmi aman yoldaş Stalin dönemi nasılmış fikriyle izlemeye kalkışmayın. Film Sibirya Moğolistan, Çin, Gobi Çölü, Himalayalar, Tibet ve Hindistan gibi ismini bilip belki de insanlar buralarda nasıl yaşar, doğası nasıldır diye ayrıntılarını bilmediğimiz coğrafyalar hakkında güzel bir tat bırakıyor damakta.
Son olarak filmin girişinden bir kaç cümle: “Halk düşmanları! Çevrenize bakın ve bunu bilin! Bu hapishaneyi teşkil eden silahlarımız, köpeklerimiz veya dikenli teller değildir. Sizin hapishaneniz Sibirya’dir, 13 milyon kilometrekare alana yayılır. Tüm bu tabiat sizin gardiyanınızdır. Doğa burada acımasızdır. Hayatta kalsanız dahi yerli halk sizi öldürecektir.
Avladıkları her bir firari başına ödül alırlar”
not1: Film boyunca ne kaçanları kovalayan asker var ne de ödül peşinde yerli halk, bir koşan bizim arkadaşlar,
not 2: Ed Harris pragmatist ama yeri gelince yumuşayan, içinden humanizma fışkıran babacan Amerikalıyı oynamış, iyi de oynamiış, yakışmız,
not3: Şerefsiz çıkarcı bir Rus adi (her iki manada adi) mahkumunu oynayan Colin Farrel dostumuza hem Rus aksanı hem de tipi tam yakışmiş, adam iyi oyuncu ama ruhunda da var biraz bu özellikler eski bir röportajindan hatırladığım kadarıyla,
not4: sondaki İngiliz Hindistanının Hintli sınır subayı çok sempatik, işler alt kıtada (sub-continent) nasıl dönmüş, donüyor ve dönecek gayet güzel anlatıyor,
not5: 7.3 fazla olmuş bu filme:)
AHMET K.
Transformers 3
Yayınlandı: Temmuz 27, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerEtiketler:John Malkovich, Michael Bay, Rosie Huntington-Whiteley, Shia Labeouf, Transformers
Cennet Batıda
Yayınlandı: Temmuz 12, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:cennet batıda, Costa-Gavras
Cennetin Batı’da olduğu hayaliyle kapağı Avrupa’ya atmaya çalışırken denizde polise yakayı ele veren mültecilerin dramıyla başlıyor sahne. Kasvet kokan bir film değil, aksine renkli, eğlenceli ama sistem eleştirisinin de bariz yer aldığı bi’ Costa-Gavras filmi. Başroldeki Elias’ın (Riccardo Scamarcio) Paris’e yolculuğu sırasında yaşadıkları özelinden bir göçmenin sıkıntıları, Fransa’nın hali, Fransızların tavrı, kapitalist sistemin eleştirisi, cinsellik, doğallık, yabancı olmak ve daha birçok sosyolojik ‘algı’ya değiniliyor. Aslında tüm bunlar basitçe, bir göçmen hikayesinin neşeli ve macera dolu bir şekilde, masalsı bir kahraman yaratılarak yansıtılmasıyla halledilmiş. Elias’ın sürekli polisten, güvenlikten, korumalardan, patronlardan kaçışıyla ve Alman kadınların, otel patronunun, kuşçu kadının, gay kamyoncuların tacizleriyle dolu bir serüvenü var ama her şey yolunda gidiyor yaşananların aksine. Hayat güvenilmeye değer yine de… Kaçışlarla başlayan film bi’ süre sonra ise yolculuk filmine dönüşüyor. Tanımadığı bir ülkede, yolunu bilmediği Paris’e otostopla varıyor masalsı kahramanımız. Anlamadan gezgin’lik yapmış oluyor… Paris’te göreceği biri vardır, otelde tanıştığı illüzyonist, Elias’a demiştir “Paris’e gelirsen beni görmeye gel”. Elias, Paris’te onu gördüğündeyse şu cevabı alır, “İşte Paris’tesin ve beni gördün.” Hayat bu!..
Filmde Batı’yı ‘cennet’ görenler, gayler, Romanlar, Türkler, Fransızlar, Almanlarla ilgili hoş espriler var. Böylece hoş eğlenceli karışık bi’ film çıkmış ortaya. “teröristler hiçbir zaman otostop yapmazlar, onlar ya hızlı tren ya da uçak kullanırlar.” gibi sağlam replikleri de var…
FATİH
Zorba / The Greek
Yayınlandı: Temmuz 5, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *Filmler, *KlasiklerEtiketler:Anthony Quinn, Irene Papas, Mikis Theodorakis, Zorba the Greek
Nikos Kazancakis’in 1940’larda kaleminden çıkan Zorba’dan uyarlanarak çekilen film, her çağın sorunu olan farklılıkları dışlamayı, özgürlüğü, birlikteliği, hayatı beyaz perdeye yansıtıyor. Film, basit bir şekilde “İnsan özgür müdür?” sorusuna cevap aratmıyor. İnsanın doğasını, günümüz tabiriyle hayatının ‘mahalle baskısını’ gözler önüne seriyor. Özgür olabilmek mümkün değilse, acı’lar değişmiyorsa eğer, hayatı yaşamak gerektiğini anlatıyor. Felsefesini. Sirtaki yapmak…
Filmin başrollerinde Alexis Zorba (Anthony Quinn) ve Basil (Alan Bates) var. Yaşadıklarından edindiği derslerle hayatını basitçe devam ettiren, neşeli ihtiyar Zorba, Atina limanında Girit’e baba mirası maden ocağını işletmeye giden genç, utangaç yazar Basil’in peşine takılır. Basil aslında maden ocağı bahanesiyle, yalnız ve sakin, yeni bir hayata kapı açmıştır fırtınalı Girit yolculuğuyla. Girit’in, dışarıdan mütevazi, içeriden ise ‘Yalan Rüzgarı’ yaşamı olan, aslında tipik Ege kasabası diyebileceğimiz küçük bir kasabasında geçiyor hikaye. Kasabalının tavrını izledikçe insanın özgür olamayacağı vuruluyor yüze. ‘Dul’ olmak ya da ‘yabancı’ olmak veya ‘zengin’ olmak. Küçük Ege kasabasında dedikodu ok’una tahta olmak için yerinde sebepler. Irene Papas’ın anlattığı dul kadın, tüm erkeklerin elde etmek istediği ama edemediği için de düşmanca tavır sergilediği ‘dışlanmış’ biri. Madame Hortense ise “Bu Giritliler! O kadar kıymet bilmezler ki…” diyecek kadar dertli ve yaşlı bir kadın…
Filmin, ‘acı’ olarak en etkileyici sahnesi ise Noel ayini sırasında Kilise bahçesinde dul kadının recm edilircesine taşlanması. Ve taşlamanın sonunda bir Ege yiğidi çıkar tutar kadının saçından ve boynuna bir çizik atar efe bıçağıyla… Fransız Hortense’ın ölüm döşeğinde olduğunu öğrenen kasabalılar, eve ‘üşüşür’ ve “Devlet bu yabancının mallarına el koymadan biz alalım. Biz daha fakiriz.” düşüncesiyle birkaç saatte ev boşaltılır. Tutuculuğun had safhası da burada karşımıza çıkıyor. Hortense Katolik’tir ve Ortodoks papaz cenazesini kaldırmaz onun. Bu yaşananlara film boyunca Zorba basit ama anlamlı sözleriyle dokundurmalarda bulunuyor. Devlet’i için savaştığını anlattığı bir sahnede Zorba, “Öldürdüm, köyleri yaktım, kadınların ırzına geçtim. Peki neden? Türk oldukları için. İşte o kadar aptalmışım. Şimdi herhangi birine ‘iyi biri’ ya da ‘kötü biri’ diyorum. Yunanlı ya da Türk olmasından banane. Hepimizin sonu aynı ne de olsa, kurtlara yem.”
Acıyı unutmak için dans ediyor Zorba. Dans denildiği anda yüzünde bir haz beliriyor. Ve hissettiriyor insana, o içinden çıkılmaz halini. Böylece Mikis Theodorakis’in müziğiyle birlikte Zorba’nın dansı filmin en unutulmaz sahnelerinden biri oluyor. Bir hareketlilik geliyor izleyene de, Zorba sirtaki yaparken.
Michael Cacoyannis’in 1964 yapımı Zorba filmi, Antik Yunanvari bir yaklaşımla bilgelikte basit bir yaşam olduğunu gösteriyor bize. Sokrates’in sözü gibi “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.”. Ve acıya üzülmenin faydası olmadığı, dans etmenin delilik değil, acıyı hafifletmek olduğunu anlatıyor.
Fatih
Roma, Açık Şehir
Yayınlandı: Temmuz 4, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *Filmler, *KlasiklerEtiketler:açık şehir, citta aperta, open city, roberto rosselini, roma
Nazi Almanya’sına mücadele filmlerinden biri “Roma, Açık Şehir”. Düşman, dönemin Avrupa’sını hizaya sokmuş faşist Alman yine. Buna karşı, İtalyan halkının Katolik, Marksist demeden tümüyle birlikte yürüttüğü ‘şanlı mücadelesi’ söz konusu, eşcinsel olduğu varsayılan Alman askerlerine. 2.dünya savaşı’nın henüz bittiği zamanlarda çekilen, dönemine göre İtalya’da çığır açmış bir film aynı zamanda. Stüdyoda yıldızlarla değil, amatör oyuncularla gerçek sahnede, Roma’da çekimi yapılmış filmin.
Niye “açık şehir”? Sebebi, Almanlar ve İtalyan direnişçilerin ortak kararı ya da sözde anlaşması, “Roma, asker ve silahın olmadığı bir şehir olarak kalacak. Açık şehir.” Öyle değil tabi ki de, Alman askerleri sokakta yürüyen 3 kişiyi gücünü kullanarak hemen arabaya atıp uzaklaşabiliyor. Silahlar, askerin ‘rap rap rap’ları her yerde. Fırında ekmek kavgası, Alman askerin kadına tacizi, apartmanın boşaltılması vs… Yani savaş hali cirit atıyor açık şehir Roma’da. Filmde dikkat çeken noktalardan biri, çocuk sayısının fazlalığı. Direnişçi, korkusuz ve iyi çocuklar bunlar. Kısacası, savaştan yeni çıkmış İtalya adına umut, onlar.
Alman komutan, Peder’i iknaya çalışıyor. Askerleri ise diğer odada peder’in komünist dostunu ikna etmekle uğraşıyor fakat canlı bedenine ateş püskürtmeye varan yoğun ‘ikna çalışmaları’ sonucu komünist direnişçi ölüyor. Filmin sonunda da acı ya da onurlu, bi şekilde peder de öldürülüyor. Direnişçi olmak, Alman askerlerine karşı olmak, askerden kaçan Almanlara yataklık gibi faşist ruha muhalif hareketler içerisinde bulunmaktan dolayı. Başka bir Alman komutan filmin bir yerinde “Biz üstün ırk falan değiliz. İnsan öldürüyoruz. İnsanlara zulmeden bir ırk üstün olamaz.” diyor ve birkaç kez tekrar ediyor “öleceğiz. hepimizin sonu böyle.”
1944 yılında Nazi işgalindeki Roma’yı anlatan “Roma, Citta Aperta”, 1945 yapımı bir Roberto Rosselini filmi. Önemli rollerde ise Anna Magnani ve Aldo Fabrizi yer alıyor. Anna Magnani, senaryoyu hissettiren ya da izleyeciye o senaryoyu yaşatabilen bir oyun sergiliyor. Film, 1946’da Cannes’da Altın Palmiye ödülü almış, Türkiye’de ise ilk kez 1993’te İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş.
Fatih
Karayip Korsanları Gizemli Denizlerde
Yayınlandı: Haziran 2, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerEtiketler:karayip korsanları, karayip korsanları eleştri, karayip korsanları gizemli denizlerde
Kimliksiz
Yayınlandı: Mayıs 25, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerEtiketler:Bruno Ganz, Diane Kruger, kimliksizfilmi, Liam Neeson, unknown movie
Vasat gerilim filmleri ile sinematografisini başlatan İspanyol yönetmen Jaume Collet-Sera’nın bu filmine gitmemdeki tek neden gelen olumlu eleştiriler. Başrol oyuncusu Liam Neeson‘a nedenini bilmediğim bir sinir oluş içerisindeyken ve geri kalan bayan oyuncu kadrosunu da beğeniyor fakat olağanüstü bulmuyor olmama rağmen; bir de yukarıda saydığım yönetmen unsuru ortadayken bu filme gitmek gerçekten büyük bi kumar idi. Fakat filmin Türkiye’de elde ettiği gişe başarısının altında da bu yatıyor. Reklamı hiç olmayan, sadece eşin dostun önerisi ile gidilip, beş hafta boyunca gişemizin ilk 10’unda yer alarak; “Babam ve Oğlum” tarzı bir başarı elde etmesi bile filmin ilgi çekici olduğunun göstergesi.
Filmimiz bir botanik profesörü olan Martin Harris’in, Berlin’de bir konferansa giderken yaşadığı bir trafik kazası sonrasında, hafızasını kaybetmesi ve uyandığında kendi olduğu zannettiği kişinin yerinde bir başkasını görmesi; bunun üzerine de olayları araştırması ile başlıyor. Bu anlatım ile, iki film önce hakkında yazdığım “Source Code” ile çok benzer bir film ile karşı karşıya gibiydim salonda. Fakat burda olaylar ordaki kadar kolay açıklığa kavuşmuyor. Profesörün hafıza kaybı mı yaşadığı, yoksa bir komplo içerisinde mi olduğu filmin son kısmına kadar muallakta bırakılıyor. Aslında birçok klişe yöntem ile filmin gidişatı seyirciye belli ediliyor. “Final Destination” filminden fırlamışçasına, ilahi bir güç tarafından, özellikle çözülüp yola düşen buzdolabı ve kaza bunlara bir örnek. Bu tarz abartı sahneler ile izleyicinin çok rahatlıkla tahmin edebileceği bir son hazırlanıyor. Fakat durun; çok büyük mantık hataları da bu klişeler ile birlikte ortaya çıkıyor. Spoiler vermemek adına buna da tek bir örnek vereyim; hafızasını kaybettiğini sanan bir kişi, niye akrabalarını aramaz da, sadece yakın bir dostunu arar. Sonuçta “Buried” filminde benzer bir durumda kalan kahramanımız bütün eşi dostu arıyordu. Yok mu bu profesörün anası, dayısı, eniştesi. Bütün bu ikilem filmin sonunda çözülüyor. Kafanızdaki sonun sadece klişelerin dayatması olduğunu, asıl sonun hiç de öyle olmadığını, mantık hatalarının tamamının, aslında filmin gayet basit sonuna hizmet eden birer şaşırtmacadan ibaret olduğunu görüyoruz. Hem şaşırıyoruz, hem de yapbozun bütün parçalarını yerine koyuyoruz. Bu bakımdan kurgu son derece başarılıydı. Bu arada tüm mantık hataları diye bi söz yazmışım ya; birisi bana geri vites ile giden bir Mercedes’in, nasıl olup da ileri vitesle giden, dört çeker bir Touareg’den daha hızlı gittiğini mantık çerçevesinde açıklar ise sevinirim. Kovalamaca sahneleri, bu bakımdan berbattı. Bunun rağmen film, görüntü yönetimi açısından başarılı idi. Efektler ve patlamalar gözümüze sokulmamış ve birçok CGI destekli filme nazaran daha anlaşılır ve yerindeydi.
Sonuçta teknik açıdan başarılı bir iş çıkarılmış. Aynı güzel sözleri oyunculuklar için de söylemek mümkün. Yiğidi öldür hakkını yeme mantığı ile, hiç sevmesem de başrol oyuncumuz Liam Neeson, son derece sert ve soğuk ifadesi ile filmin sonuna kendini hazırlar gibiydi. Karısı rolündeki January Jones için de aynı şeyler geçerli. Truvalı Helen’den beri, bizim seyircimiz için aksiyon filmleri yıldızı olarak ortalama bir yer edinen Diane Kruger; aynı performansını burda da devam ettiriyor. Fakat filmin asıl yıldızı ajan eskisi rolündeki Bruno Ganz idi. Bir insana Doğu Alman olmak bu kadar mı yakışır; itiraf etmek gerekirse, her filmini ayrı bir zevkle seyrediyorum. Bunda da aynı duyguları yaşadım. Filmden çıktığımda, vizyondaki diğer filmlerin yanında alt sıralara atıp, son anda seyretme imkanı yakalayabildiğim için kendime kızdım. Son zamanlarda sinemada aranılan en önemli şeyin şaşırmak olduğunu göz önünde bulundurursak, bu film her şekilde bunu sağlıyor. Beklentilerinizi sonuna kadar karşılıyor. Yönetmenin seyrettiğim ilk filmi idi ve İspanyol sinemasına olan hayranlığımı da arkasına alarak bundan sonra takip edilmeyi hakediyor. Vizyonda bulamayacaksınız ama dvd olarak edinin ve seyredin. İyi seyirler.
Puan:9/10 CİLASUNBir Zamanlar Anadolu’da Cannes Jüri Büyük Ödülünü Kazandı
Yayınlandı: Mayıs 22, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FestivallerEtiketler:bir zamanlar analuda cannes, cannes film festivali, nuri bilge ceylan cannes
Arkadaşlar biraz önce sona eren Cannes Film Festivali’nden sevindirici bir haber var. Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmi Jüri Büyük Ödülünü (Grand Prıx) kazandı. Cannes’da iyi film ödülünden sonraki ikinci büyük ödül olan Jüri Büyük Ödülünü ikinci kez kazanan Ceylan, bu ödülün ilkini 2003 yılında Uzak filmi ile kazanmıştı. N.B.Ceylan artık Cannes’ın gediklilerinden sayılır, isterseniz N.B.Ceylan’ın Cannes geçmişine bir göz atalım:
Koza – 1995 Cannes Film Festivali Uluslararası Kısa Film Yarışması Uzak – 2003 Cannes Film Festivali Jüri Büyük Ödülü İklimler – 2006 Cannes Film Festivali Fipresci Ödülü Üç Maymun – 2008 Cannes Film Festivali En İyi Yönetmen N.B.Ceylan, 2009’da Cannes Jüri Üyeliği yapmıştır. Bir Zamanlar Anadolu’da – 2011 Cannes Film Festivali Jüri Büyük ÖdülüCannes’da Yarışan Filmler
Yayınlandı: Mayıs 18, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:Cannes, cannes 2011, cannes 2011 film afişleri, cannes 2011 filmleri
Türk Diplomatlar Cannes’da
Yayınlandı: Mayıs 17, 2011 / ***Tüm Yazılar, *BelgesellerEtiketler:türk diplomatlar, türk pasaportu belgeseli
Bahadır Arlıel ve Güneş Çelikcan’ın yapımcılığını üstlendiği, Burak Arlıer’in yönettiği Türk Pasaportu, dört ülkede yapılan araştırmalar sonucu beyaz perdeye taşındı. 2. Dünya Savaşı sırasında Türk diplomatlarının Osmanlı kökenli Musevi vatandaşlarını pasaport sağlayarak trenlerle Türkiye’ye kaçırmalarına odaklanan belgesel film, 66 yıllık sırrı da açığa çıkarıyor.
25 TANIK İLK KEZ KONUŞTU Türkiye, İsrail, Fransa ve ABD’deki kütüphanelerde, tarih enstitülerinde ve vakıflarda, binlerce belgenin gözden geçirildiği 4 yıl süren araştırma sonucu gerçekleştirilen Türk Pasaportu için, o dönemde kurtarılan ve hâlâ hayatta olan 25 tanık, 66 yıl sonra ilk kez konuştu. Tanıklar, özel arşivlerini ilk kez belgesel için açarken, Türkiye Cumhuriyeti tarafından soykırım döneminde Fransa’dan kurtarılan ve bugün hâlâ hayatta olan 6’sı Türkiye’de, 14’ü Fransa’da yaşayan 20 Türk Musevi’sine ulaşıldı ve röportaj yapıldı. Belgesel için, Paris’teki Fransız devlet arşivleriyle Berlin ve Hamburg’da bulunan Alman devlet arşivlerinde yürütülen araştırmalar sonucunda 3 binden fazla belge elde edilirken, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı arşivleri de tarandı. Türk Pasaportu için yine soykırım dönemine ait 80 milyon belgeyle dünyadaki en büyük soykırım müzesi olan Tel-Aviv’deki Yad Vashem ile yazılı ve görsel belge paylaşımı konusunda işbirliği sağlandı. Ayrıca Fransa’da bulunan toplama kamplarında ve Polonya’da bulunan Auschwitz kampında çekim yapmak üzere gerekli tüm izinler alındı. Film 18 Mayıs’ta Cannes’da Cinema Star’da gösterilecek. (hayalperdesi.com)
Balıkesir Sinema Günleri
Yayınlandı: Mayıs 16, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:balıkesir sinema günleri, balıkesir sinema günleri programı
Incendies / İçimdeki Yangın
Yayınlandı: Mayıs 16, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerEtiketler:içimdeki yangın, içimdeki yangın eleştri, incendies
Bilinmeyen Sinemalar Film Festivali
Yayınlandı: Mayıs 11, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:bilinmeyen s, bilinmeyen sinemalar, nemalar film festivali programı
Cannes Film Festivali 2011
Yayınlandı: Mayıs 11, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:cannes film fest, cannes film festivali 2011, cannes film festivali filmleri
64. Cannes Film Festivali, ünlü Amerikalı yönetmen Woody Allen’ın, ‘Midnight in Paris’ filminin yarışma dışı gösterimiyle 11 Mayıs’ta açılıyor. 22 Mayıs’a kadar devam edecek olan festival dolayısıyla, dünya sinemasının kalbi Cannes’da atacak. Festival sırasında, 20’si büyük ödül Altın Palmiye için olmak üzere 86 uzun metrajlı film gösterilecek. Festivalin, ‘Quinzaine des realisateurs’ bölümünde 25, ‘La Semaine de la Critique’ bölümünde 7 film yarışırken, yine 34 film yarışma dışı gösterilecek. Festivalde gala gecesine katılan yıldızlar için 60 metre uzunluğunda kırmızı halı hazırlandı.
Altın Palmiye için yarışacak filmler arasında yer alan Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi ‘Bir Zamanlar Anadolu’nun galası, 21 Mayıs’ta Cannes’da yapılacak. Jüri başkanlığını ünlü aktör Robert de Niro’nun yaptığı festivalde Terrence Malick’in ‘Tree of Life’, Pedro Almodovar’ın ‘The Skin I Live In’ ve Lars Von Trier’in ‘Melankoli’si Altın Palmiye için yarışacak.
Festival sırasında, kurulacak sinema pazarında 4 bin 240 filim satışa çıkacak. 15 bin metrekare genişliğindeki bir alana kurulacak sinema pazarına 101 ülkeden 601 firma ve yaklaşık 10 bin kişi katılacak. Pazarda, yeni çekilmiş veya çekilmekte olan filmler alıcılara tanıtılacak. Sinema pazarındaki 34 salonda, bu pazara çıkan filmler içinden yaklaşık 900’ü, dünyanın çeşitli bölgelerinden gelmiş alıcılar için gösterilecek. Bu yıl festival için yaklaşık 4 bin 500 gazeteci kayıt yaptırdı. Festivalin güvenliğini ise 700 polis sağlayacak.
Festivalin bu yılki bütçesi 20 milyon Euro. Bunun yarısını Kültür Bakanlığı, diğer yarısını Cannes’daki yerel yönetim karşılayacak. Festival sırasında, Cannes’daki işyerlerinin toplam cirosunun 200 milyon Euroyu aşması bekleniyor. Cannes’ın 40 bin olan nüfusu, festivalle birlikte 200 bini geçecek. (Kaynak: hürriyet.com.tr)
Even The Rain / Yağmuru Bile
Yayınlandı: Mayıs 10, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Enes'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:Even the Rain, yağmuru bile, yağmuru bile filmi
Cumartesi gününü bu film için ayırmıştım. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivalinin dikkat çeken filmlerinden biriydi Yağmuru Bile. İspanyol yapımı bir film. Bolivya’da çekilmiş. Kristof Kolomb’un “yeni kıta” ya ilk çıkışını anlatmak amacı ile belgesel çeken bir grubun Bolivya’daki “su satımı” olayından dolayı iç karışıklık yüzünden başlarına gelenleri resmediyor. Kristof Kolomb’un sömürgecilik anlayışı ile günümüzün sömürgecilik anlayışının “özü” itibari ile çok değişmediğini gösteren bir film. Kurgusu ile eleştirel bakışını çok iyi oturtan yapımda oyuncular da bir hayli başarılı. Özellikle yerlileri oynayan oyunculardan çok etkilendiğimi belirtmek isterim. Belgeseldeki 1400’lü yılları gerçek hayattaki 2000’li yılları aynı anda oynayan oyuncular filmin hakkını çok iyi vermişler. Sahneler ve diyaloglarla özellikle haç sahnesi ile inandırıcılık oranı yüksek bir film çıkartmış yönetmen. Sömüren Devletlere karşı cevaplar için iyi argümanların bulunduğu başarılı bir film. Ortalamanın üstü. ENES
Food Inc.
Yayınlandı: Mayıs 10, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *BelgesellerEtiketler:Food Inc., gdolu gıda belgeseli, Gıda belgeseli
Çarşıda, pazarda dolaşırken hepimiz rastlamışızdır: Döner ayran 2 TL. Acaba kaçımız düşündük, bunları nasıl olurda bu fiyata satabilirler? Ama oluyor, hem de adamlar bu işten kar elde ederek. Food Inc. belgeseli de aslında buna benzer bir sebepten yola çıkıyor. Amerika’da hamburger aldığın parayla bir tane brokoli alamıyorsun. İşte bu da Amerika’da ve heryerde insanları fast food tüketmeye itiyor. Belgeselin en başında bir marketteki ürünlerin paketlerine odaklanıyor. Bir çoğunun üzerinde çiftlik, çiftçi, çit, besili hayvan resimleri var. Demek istedikleri, bunların hepsi doğal. İşte belgesel gerçeğin böyle olmadığını gözler önüne seriyor. Gıda sektörünün bizim bilmemizi istemediği tüm gerçekleri su üstüne çıkarıyor.
Amerika topraklarının yüzde 30’u mısırla kaplı, peki neden? Hayvanlar için en ucuz gıda mısır da ondan. Fakat besi hayvanlarının mısır yerine doğal ot yemeleri gerkmiyor mu? Kim takar. Aynı zamanda mısır hayvanların hızlı kilo almasını da sağlıyor. Şirketler maliyetini minimuma indirmek için insan sağlığını hiçe sayıyor. Karanlık kümeslerde yetiştirilen hayvanlar zaten ne yediklerini bile kestiremiyor. Belgeselde öyle bir sahne var ki akıl almaz derece de hayvanlara yapılan eziyetleri de gösteriyor. Büyükbaş bir hayvanın bir midesinden delik açılmış. Yedikten sonra sindiremediği mısırları insanlar bu delikten elleriyle alıyorlar. Birisinin elini boğazınıza sokup yiyemediğiniz parçaları alması gibi, ama çok daha acımasız. Ve mısırla beslenen hayvanlarda hastalık yapan bakteriler türüyor. Bu da insanların hastalanmasına ve hatta belgeselde de anlatıldığı üzere ölmesine sebep oluyor. (Hayvanları sadece 5 gün mısır yerine otla beslediğimizde bu bakterilerin yüzde 80’i gidiyor.) Şirketler ürettikleri ürünlerin muhteviyatını, içinde trans yağ olup olmadığını, GDO olup olmadığını ve ne kadar kalori barındırdığını yıllarca bizden sakladılar. Dikkat ettiyseniz, “Trans Yağ yoktur” etiketleri yeni yeni türemeye başladı. Ya öncesinde…
Sinema eleştirmeni Serdar Akbıyık’ın bu belgesel için yazdığı yazı da dediği gibi, para kazanmak için parayı harcayacağı dünyayı yok eden bir insan; kendi yiyeceğini zehirleyen bir insan ozon tabakasını düşünür mü hiç?
MEHMET
Olivier Assayas Filmleri İstanbul Modern’de
Yayınlandı: Mayıs 9, 2011 / ***Tüm Yazılar, *SeçkilerEtiketler:çakal carlos filmi, carlos, istanbul modern filmleri, olivier assayas
Bir Zamanlar Anadolu’da Afişleri
Yayınlandı: Mayıs 9, 2011 / ***Tüm Yazılar, *AfişlerEtiketler:afişleri, bir zamanlar anadoluda, bir zamanlar anadoluda film afişleri, film afişleri, nuri bilge ceylan son filmi
Bibliotheque Pascal
Yayınlandı: Mayıs 5, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:Bibliothèque Pascal
Macaristan’ın bu seneki Oscar aday adayı olan ve ismini hala söyleyemediğim filmi Randevu İstanbul Film Festivali (Aralık 2010) kapsamında izleme fırsatı bulmuştum. Abartı olmaz sanırım, hayatım da gördüğüm en ilginç konulu filmlerden biriydi. Düşmanlarından kaçan bir adam tarafından rehin alınan Mona, bir gecede duygusal yakınlık kurduğu bu kişiden çocuk sahibi olur, aynı zamanda adamın düşmanları tarafından öldürülmesiyle yalnız başına kalır. Babası tarafından yurtdışında çalışması için kandırılan Mona, kızını bir büyücüye bırakarak yola çıkar. Ama babasının çalışması için teslim ettiği kişiler ne acı ki kadın ticareti yapan mafyanın elemanlarıdır.
Filmin ilginç tarafı da burda başlar. Bibliotheque Pascal adında bir gece klübüne satılan Mona burada çalışmaya alışamaz. Çünkü burası ilginç bir yerdir. Her odasında farklı edebiyat karakterlerinin ortamları oluşturulan mekanda, Mona gibi çalışanlara bu edebiyat karakterinin sözleri ezberlettirilir ve o geceyi beraber geçireceği kişi ile ezberlediği metini konuşarak ilgilenir. Bir nevi beyin yıkama yoluyla ezberletilen metinlerle birlikte, o karakter şeklinde giydirilen Mona kitaptaki karakterin bir kopyası olur. Kızının da ilginç bir özelliği vardır. Rüyalarını dışarıya yansıtabilmektedir. Bunu keşfeden büyücü, kız üzerinde para kazanmaya başlar. Kızı açık hava tiyatrosu gibi bir yerdeki yatağında uyutur ve yansıyan rüyaları film gibi izleyicilere sunar. Kızın rüyalarından yola çıkan bir bando takımı annesi Mona’yı kurtarmak için yola çıkar.
Fantastik öğeleriyle belki de bugüne kadar hiçbir film de rastlamadığımız sulara dalan yönetmen görsellik açısından bir başarı yakalamış bence. Kadın istismarının olabilecek boyutlarına dair bir ütopya çizen yönetmen, gündemdeki bir konuyu farklı bir şekilde izlettirebilmeyi başarmıştır. Girişlerinde, içeride hangi karakterin oynandığı yazılı odaların dekorasyonları da oldukça ilginçti. Türkiye’de vizyona girmesi veya DVD’si çıkması mümkün olmayan bu filmi festivallerden ya da sokak dvdcileriden bulabilirsiniz.
MEHMET
There’s Something In the Air in Hollywood* ya da Usame Bin Ladin Filmi
Yayınlandı: Mayıs 3, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *HaberlerEtiketler:Hurt Locker, Kathryn Bigelow, Madonna
Yani aşağıdaki haberi okuyunca ne diyeceğime şaşırdım. Bugün Ladin’in ölümünün ikinci günü ve öldürüldüğü operasyonun filminin yapılacağı haberi geldi. Madonna’nın dediği gibi bu hollywood’un havasında, suyunda birşeyler var, insanın kafasının bir mayhoş ediyor. Bu ne çabukluk, bu ne planlama Allah’ım. Bir önceki oskarlık filmi Ölümcül Tuzak (Türkiye’de 20.000 civarında izlenmiştir.) yönetmenin az buçuk nasıl bir film çekeceğinin ipuçlarını veriyor. Ne diyordu Semih Kaplanoğlu bu film için, bir hatırlayalım: “Mesela Kathryn Bigelow‘un ‘Ölümcül Tuzak’ı gibi bir film yapmak, o filmi düşünebilmek bana tuhaf geliyor. Şundan dolayı: Siz o ülkeye girmişsiniz, işgal etmişsiniz, 1,5 milyon kişi ölmüş ve hala kendi bomba imha ekibinizle alakalısınız. Bu kadar körlük olabilir mi? Irak halkı bu kadar mı yok? Ben sinirlenip o filmin yarısında çıktım. (Yusuf’un Rüyası, 208, Timaş Yayınları)” Bu arada, bunları okudukça kendi sinemamıza kızmadan da edemiyorum. Arkadaşlar adamlar olayın ikinci günü film projesini duyuruyor, İstanbul fethedileli 600 yıl oldu, biz hala filmini bekliyoruz. Buyrun haberi okuyalım:
Aldığı 6 oscar ile geçtiğimiz yılki 82. Oscar Akademi ödüllerine damga vuran ‘The Hurt Locker’ filminin yönetmeni Kathryn Bigelow, Usame bin Ladin’in öldürüldüğü operasyonun filmini çekmeyi planlıyor. Bigelow’un ekibinden ismini vermek istemeyen bir yetkilinin açıklamasına göre, Kathryn Bigelow ve ‘The Hurt Locker’ın senaristi Mark Boal, zaten bir Usame bin Ladin projesi üzerinde çalışıyordu. İkili, El Kaide liderinin öldürülmesiyle filmi çekmeye her zamankinden daha yakın oldular.
Yetkili, henüz adı belirlenmemiş olan yapımın, Bin Ladin’i takip eden ve baskını gerçekleştiren özel kuvvetler üzerine kurulan bir aksiyon filmi olacağını bildirdi. Yönetmenin sözcüsü Susan Ciccone ise, Bigelow’un proje hakkında şu an bir yorum yapmaktan kaçındığını aktardı. Kathryn Bigelow, Irak’ta savaşın ortasındaki bir bomba imha ekibinin yaşadıklarını konu alan ‘The Hurt Locker’ ile ”en iyi yönetmen” ödülüne layık görülmüş, oscar ödülü alan ilk kadın yönetmen olmuştu. (Kaynak: Star Gazetesi)
*Madonna’nın Hollywood adlı şarkısından…
MEHMET
Mayıs Ayı Festivallerle Dopdolu
Yayınlandı: Mayıs 2, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FestivallerEtiketler:balıkesir sinema günleri, eskişehir film festivali, film festivalleri, mayıs filmleri
Yaz rehavetine girerek film festivallerine ara vereceğimiz günlere az kaldı. Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında tatilden dolayı festivallere rağbet azalıyor. (Yaz aylarında, tatil bölgelerinde düzenlenecek kapsamlı film festivalleri neden olmasın.. O yıl diğer festivallerde dolaşan filmler zaten tatilde olan insanların gösterimine sokulamaz mı, birçok turist ağırlayan ülkemizde yıl içinde öne çıkan Türk filmleri altyazılı olarak gösterilemez mi???…) Köprüye girmeden son fırsatımız olan Mayıs ayı ise festivallerle dopdolu. Ankara’dan Eskişehir’e, İstanbul’dan Balıkesir’e uzanan festival yolculuğunun en ilginç durağı ise bu sene ülkemizde düzenlenecek En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı kapsamında gerçekleştirilecek 1. Bilinmeyen Sinemalar Film Festivali. Ayrıca Ankara’da düzenlenecek 14. Uçansüpürge film Festivali’nin de ağır konukları olacak. Çok önceleri bu vakitlerde düzenleneceği duyurulan Bursa İpekyolu Film Festivali’nden ise ses seda çıkmıyor. (Sebebini tahmin etmekle beraber, merak da etmiyor değilim.) Derleyebildiğim kadarıyla Mayıs ayı festival programını sizlerle paylaşıyorum:
13. Eskişehir Film Festivali: 1 – 8 Mayıs 2011 6. İşçi Filmleri Festivali: 1 – 8 Mayıs 2011 14. Uçansüpürge Kadın Filmleri Festivali: 5 – 12 Mayıs 2011 1. Bilinmeyen Sinemalar Film Festivali: 11 – 17 Mayıs 2011 Balıkesir Sinema Günleri: 15 – 22 Mayıs 2011 Uluslararası Engelsiz Film Festivali: 21 – 27 Mayıs 2011 4. Documentarist Belgesel Film Festivali: 31 Mayıs – 5 Haziran 2011 MEHMETSource Code/Yaşam Şifresi
Yayınlandı: Nisan 30, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerEtiketler:source code movie, yaşam şifresi filmi
Gİşe Memuru
Yayınlandı: Nisan 29, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:gişe memuru, gişe memuru filmi, gişe memuru sinemalar, serkan ercan
Gişe memurları… Önünden onlarca kez geçmemize rağmen çoğu zaman yüzüne bile bakmadığımız, uzatılan paraya karşı bilet uzatmaktan başka haklarında birşey bilmediğimiz insanlar… Kesinlikle küçük gördüğüm için yazmıyorum bunları, hatta bu işe katlanabildikleri için takdir ediyorum kendilerini. Bana bunları hatırlatan bir ilk film, adı da aynı: Gişe Memuru. Tolga Karaçelik’in yazıp yönettiği ilk film denemesi. Filmi, Antalya Film Festivali’nin gala gösteriminde izlemiştim, Sekiz ay önce Ekim ayında. (Aslında bu da ayrı bir problem. Festival gezmekten vizyonu unutan filmler…Ayrı bir yazının konusu.) Oradan en iyi ilk film ödülünü almıştı. Neyse ki film 6 Mayısta vizyona giriyor.
Baştan şunu söylemek isterim ki, film katıksız bir sanat filmi bence. Öyle bir gişe memurunun hayatını kalın çizgilerle anlatan bir film bekleyenler hüsrana uğrayacaktır. (Yani bir gişe memuru beni anlatan bir filmmiş, gideyim dese, küfür ederek çıkabilir salondan.) Galadan sonra yönetmeniyle yapılan sohbete de katılmıştım. Orada bir gişe memuru hakkında film yapma fikrinin nerden çıktığını da anlattı. Yolculuk ettiği birgün, uğradığı bir gişedeki memura iyi günler demiş, memur istifini bozmadan işlemini gerçekleştirmiş ve sanki kötü bir söz söylemiş gibi bir bakış atmış. Bu noktada memurların robotlaştığını hissettim diyor yönetmen. Belli ki önünden geçen yüzlerce insan arasından kendisine selam veren çok az. Buradan yola çıkarak filme karar vermiş.
Hayatımızı kapalı kutular arasında dolaşmakla geçiriyoruz diyor yönetmen. Evden servise, servisten gişe kutusuna, ordan tekrar servise ve son nokta yine ev. Filmdeki karakterimiz bu durumu fazlasıyla kanıksamız biri, asosyal, dışarıdaki hayatla çok ilgilenmiyor, kendisine aşık kıza ve hatta evinin içindeki hasta babasıyla bile. Açıkcası rolünün hakkını fazlasıyla vermiş Serkan Ercan (Eşref Saati ve şimdi de Halil İbrahim Sofrası dizisinden hatırlayın). Zaten kendisi de Antalya Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı. Gişedeyken hayallere dalar fakat hiçbir zaman bunları gerçekleştirmek için adım atmaz. Filmin son sahnesindeki kayıtsızlığı onu en iyi şekilde anlatıyor aslında, bu kadarına da pes dedirtiyor.
Hayatımızı kuşatan kutulardan (ev, iş, okul, kurslar, saatler süren yol çileleri…) kurtulmak çoğu zaman kolay olmuyor. Bir süre sonra bu kutuların dışı bize yabancılaşıyor. Yaş ilerledikçe buralardan çıkıp farklı sulara adım atmak, heyecanı arayıp bulmak zor oluyor. Ve hayat alıştığımız gibi akıp tamamına eriyor. Filmi ben beğendim, içimdeki hep farklı yerleri görme, farklılıkları tatma arzusunu kamçıladı. Filmi izlediğim salondan sıkılır hale geldim.( Nerde o eski açık hava sinemaları…) Aslında bu filmin açık havada gösterilmesi lazım, yoksa anlattığı konuyla az da olsa çelişiyor. Hele bir de Nadir Sarıbacak (Uzak İhtimal filminin müezzini..) sahnesi var ki, aklıma geldikçe gülüyorum. Bu sahne için bile filmi tekrar izleyebilirim. Sanat filmlerinden hoşlananlara kesinlikle tavsiye ediyorum, sevmeyenler için “aman ha… uzak durun”. Kötü söz işitmek istemiyorum.
MEHMET
14. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali
Yayınlandı: Nisan 29, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:14.uçan süpürge film festivali programı, Doris Dörrie, Dorota Kędzierzawska, Even the Rain, kadın filmleri, kadın filmleri festivali, Margarethe von Trotta, Tahmineh Milani, uçan süpürge film festivali
Festival seyircisinin her filmini merakla beklediği usta yönetmenler bu yıl da yepyeni filmleriyle Uçan Süpürge’nin yolunu tutuyor. Doris Dörrie, Margarethe von Trotta, Iciar Bollain, Tahmineh Milani, Dorota Kędzierzawska ve Marta Meszaros kendi sinemalarının en iyi örneklerini 5-12 Mayıs tarihleri arasında 14.Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde sinemaseverlerle buluşturacak.
Uçan Süpürge, bu usta sinemacıların Almanya, İran, Polonya, Macaristan ve İspanya’dan Ankara’ya taşıyacakları son filmleriyle festival takipçilerine dolu dolu bir hafta armağan edecek.
Aile içi şiddeti anlatan bol ödüllü ‘Gözlerimi de Al’ ile yalnızca festivallerin değil kadın etkinliklerinin de gözdesi olan İspanyalı yönetmen Iciar Bollain, bu kez sömürgecilik üzerine bir filmle karşımızda: Yağmuru Bile (Even The Rain, 2010). Bir yaşam hakkı olan su için mücadele eden Afrika yerlileri, güç kullanarak doğaya da hükmeden egemenlerin yağmuru bile banknotlara tahvil etmesi karşısında ne yapacak? Eşsiz görüntüleri ve usta elinden çıktığı belli senaryosuyla fark yaratan film, bu yıl Palm Springs Uluslararası Film Festivali’nden ödülle döndü.
Almanya sinemasının en üretken yönetmenlerinden Doris Dörrie, ‘Kiraz Çiçekleri’yle ustaca estirdiği Uzakdoğu rüzgarının etkisi henüz geçmemişken, bu kez son filmi Kadın Berberi (The Hairdresser, 2010) ile beden politikalarına eğiliyor. Kadın bedeni üzerindeki iktidarı sorgulamamızı isteyen film, ‘güzellik’ sektörünün kalıplarına uymadığı için iş bulamayan obez kuaför Kathi’nin öyküsünü anlatıyor.
Filmleriyle ülkesi İran’da kadın sorunlarını görünür kılan, saklı kalmış hayatları isyankar bir dille beyazperdeye taşıyan Tahmineh Milani, eşitsizliklere ve adaletsizliğe sinemanın diliyle karşılık veren cesur bir yönetmen. Milani, hapishanede tanışıp, erkeklerden intikam almak için çete kuran dört kadının öyküsünü anlattığı İntikam (Payback, 2010) filminde yine cinsiyet kaynaklı sorunları deşifre etmeyi ve eril egemenliğe kafa tutmayı sürdürüyor.
Ayrıntılı Bilgi: http://festival.ucansupurge.org/turkce/index.php
Festival Programı: http://festival.ucansupurge.org/turkce/index2.php?Id=130
13. Eskişehir Uluslararası Film Festivali
Yayınlandı: Nisan 28, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:13.eskişehir film festivali, 13.eskişehir film festivali programı, eskişehir film festivali, eskişehir film festivali 2011 programı
İzlenecek Yeni Bir Blog: İnsan Tarikatı
Yayınlandı: Nisan 25, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *HaberlerEtiketler:insan tarikatı blog
Sevgili gazeteci dostum Fatih sonunda bloğunu açtı. Sinemakentinde de sinema yazıları yazan dostumun kalbine ve kalemine o kadar güveniyorum ki, her yazısı benim için çok önemli olacak. Umarım kendi bloğu, sinemakenti yazılarını aksatmaz. Şimdiden yolun açık olsun. Blogda yazarken bazen yazılanları sadece kendin okuyormuşsun gibi gelebilir ama hiç de öyle değil bence. Bir kişi bile yazdıklarından bir şey öğrenir veya yazdığın bir yazı birisinin yarasına pansuman olursa blog amacına ulaşmıştır. Benim sinema yazmamdaki amaç da biraz bu. Bazı filmler hakkında internette arama yaptığımda kayda değer hiçbir eleştri yazısı bulamıyorum. Ben de bu yüzden Türkiye’de vizyona girmeyen fakat izlemeye değer az duyulan filmler hakkında da yazmaya çalışıyorum ki, olur da aynı zevke sahip birisi bu film hakkında birşeyler aradığında kırık dökük yazımıza ulaşsın diye.
Bloğa ulaşmak için: http://insantarikati.wordpress.com/
MEHMET
Üçlemeler
Yayınlandı: Nisan 21, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *SeçkilerEtiketler:üç renk üçlemesi, film üçlemeleri, three colours
Her ne kadar sinema çabuk tüketilen bir kültür yada sanat dalı olsa da bunu üçleme filmlerle uzatmayı bilen, kendisine sadık izleyici arayan yönetmenler ve filmleri de yok değil. Üçlemeler iyi bir sinema izleyicisinin vefasını, sadakatini göstermesi bakımından turnusol kağıdı özelliği de görür. Üçten fazla filmi olan seriler de var ama hiç bir zaman üçlemenin tadını veremez bence. Harry Porter var evet ama onun hikayesi zaten uzun, oradan ister yedi istersen on yedi film çıkar. Fakat üçlemenin özelliği izleyiciyi bezdirmeden, vermek istediği temayı sadelik kalıpları içinde verebilmesidir. Bu bakımdan Kieslowski’nin “Üç Renk” üçlemesi, Semih Kaplanoğlu’nun “Kahvaltılık” üçlemesi, Abbas Kiarostami’nin “Deprem” üçlemesi, Inarritu’nun kesişen hayatlar üçlemesi bana göre üçleme tarihinin en başarılı örnekleri arasındadır. Tabi üçlemeleriyle iyi vizyon yapan ve devamı gelen ticari bazı serileri bunlardan muaf tutuyorum. Ve sizleri beğendiğim bir “En iyi üçleme” listesiyle başbaşa bırakıyorum: (Bana göre çok özel bir liste): http://www.sinemabuyusu.com/?p=1227
MEHMET
Goodbye Solo
Yayınlandı: Nisan 20, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Feridun'un Yazıları, *Filmler, Ramin BahraniEtiketler:Goodbye Solo, Gran Torino, Ramin Bahrani
Wiiliam’ın (filmdeki asabi abimiz) Gran Torino’daki huysuzdan (Walt Kowaski) farkı, karşılıksız iyilik ve samimiyet havuzunda erimeden kalması sanırım. Kayalıklara giderken söyleyemediği “good bye solo” sahnesinde Clint Eastwoodun eliyle yaptığı silah hareketi aklıma geldi. O kadar zaman insanların gözünde oluşturduğu yalnız, agresif kalıbını bir anda yıkamıyor ama yavaş yavaş eriyor ve hayatın içinde tekrar yaşam buluyor. Solonun üvey kızıyla William’dan ayrıldığı bölümde şunu gördüm; yapayalnız sevgisiz geçirilmiş bir hayatın matlaştırdığı bir kalp ve bu hayatın geldiği son noktasında dahi olsa uzanabilen bir ele karşılık verememe.
“Good bye solo” basit bir söz olarak görülmemeli. İhtimal içinde yukarıda bahsettiğimiz hayata tekrar tutunma yatıyor. Bunun sırrı yine filmin önemsiz gibi gözüken bir bölümünde gizli. Film boyunca Solo’da hissettirilen en önemli özellik samimiyet. Bu sahnede Solo’nun sesinden aldığımız samimiyet William’ın sürüklendiği uçurumun kenarından kurtarabilecek olan tek şey. Son demde uzanmış bir el. Filmin bu sahnesini izlemenizi isterim, Solo yavaşça taksiyi hareket ettirirken gözü William’da.. Umutsuzca gidecekken, Solo! diye bir ses. Solo bir anda çok uzaktaki sevgiliden bir ses işitmiş gibi Willlliiiam diye bağırıyor. Solo,William’ın Şems’i olma yolunda…
“Good bye Sol”o son bir umuttu William için. Nitekim bir bölümde kendini salıyor gündeliğin, samimiyetin içine, yumuşatır gibi oluyor duygularını. Belki de oda farkındaydı çok istedi ‘good bye solo’ demeyi, lakin…Yaşanmışlığın, hayal kırıklıklarının kalbini çevrelediği örtüleri ne Solo’nun ne kızının ne de fotoğraftaki gencin kaldıramayacağını düşünmüş olmalı ki, good bye diyemiyor.
Solo’nun olanca seslenişine Williamın vermediği/veremediği cevap. Williamın çaresizliğinde insanoğlunun sahip olduklarının önemi anlatılıyor. Hayata mükemmel bir donanımla gönderilmiş insanın zamanla üzerine yine insanlar tarafından yıkılan beton kalıplarını kaldırabilmesi mümkün mü? Ya da bütün bu kayaları nasıl kaldırıp atacak? İnsanın bizzat insan olması hasebiyle sahip olduğu değeri hatırlatıyor. Solo kendi kültüründen çok uzakta hala kendi olabilmeye çalışıyor benzerlerinin yanında tüm zorluklara rağmen. Bir sevgi bulmuş çok uzaklardan, sıcak bir ev, bir çocuk ve kendi kanından bir bebek.. Benliğini koruyabilmiş yada korumaya imkan bulacağını umduklarını koruyabilmiş. (Aynı film için farklı yorum: https://sinemakenti.wordpress.com/2010/11/03/goodbye-solo/
Not: Can Dost Feridun’a bloğumuzu şereflendirdiği için sonsuz teşekkürler…Devamını bekliyoruz…MG)
FERİDUN
Filmlik Türk Romanları
Yayınlandı: Nisan 19, 2011 / ***Tüm Yazılar, *SeçkilerEtiketler:film olacak romanlar, kittabı olan filmler, murat menteş, romanı olan filnmler
Türk sineması oldum olası senaryo gediklerinden ve konu darlığından muzdariptir. Yıllar boyunca aynı senaryonun farklı versiyonları ile yetinen Yeşilçam geleneği, 90’lı yıllardan itibaren terk edilmeye başlandı elbette, ancak şimdi de gişe filmleri ile söylenişinde bile gizli bir horgörü içeren “sanat filmleri” arasında bölünmüş bir sinema sektörü içindeyiz sanki. Kimisi yalnızca gişede başarısı, kimisi de salt festivallerde gösterilmek için çekiliyor gibi.
Oysa Türk sineması da tıpkı Hollywood gibi edebiyatın üzerinden yükselebilir. Senaryoda yaşanan sıkıntılar için edebiyat her zaman birebirdir. Öyle ki genç nesil edebiyatçılar kuşağının kalemlerinden çıkan neşriyat, sinemacıların ufkunu genişletebilir. Bazısı direkt, bazısı da esinlenme yoluyla sinemaya ilham olacak Türk romanları neler? Gelin beraber bakalım. (Kaynak:film.com.tr) http://film.com.tr/ozeldosya.cfm?aid=13282&yazi=sinemaya_ilham_verecek_turk_romanlari
Tehlikeli Yol ya da Irak’ın Filmlerle Tekrar İşgali
Yayınlandı: Nisan 15, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:babilin oğlu filmi, Irak savaşı filmleri, Ken Loach, Looking for Eric, Route Irish, Semih Kaplanoğlu, son of babylon movie, tehlikeli yol filmi
Önce şu satırları okuyalım:“Mesela Kathryn Bigelow‘un ‘Ölümcül Tuzak’ı gibi bir film yapmak, o filmi düşünebilmek bana tuhaf geliyor. Şundan dolayı: Siz o ülkeye girmişsiniz, işgal etmişsiniz, 1,5 milyon kişi ölmüş ve hala kendi bomba imha ekibinizle alakalısınız. Bu kadar körlük olabilir mi? Irak halkı bu kadar mı yok? Ben sinirlenip o filmin yarısında çıktım. (Yusuf’un Rüyası, 208, Timaş Yayınları)” Bu satırların sahibi Semih Kaplanoğlu ve kesinlikle katıldığım bir düşünce.
Amerika’nın Irak’a girişinin üzerinden yaklaşık 8 sene geçti. Bu zaman zarfında birçok insan öldü, geri kalan yakınları ise hergün tekrar be tekrar ölüyor. Her savaş Amerika ve müttefiklerine sözkonusu savaşla ilgili destansı filmler çekme fırsatı veriyor. İnternette bir aratın bakın, Vietnam Savaşıyla ilgili onlarca film var. Hatta geçenlerde ben en iyi 10 Vietnam Savaşı filmi diye bir listeye bile rastladım. İstediği her mesajı, vermek istediği şekilde o kadar güzel veriyor ki. Oscarı alan Ölümcül Tuzak filminde de öyleydi aslında. Bir grup Amerikalı bomba imha ekibinin hikayesini anlatan filmi ne yalan söylim ben de evde izlerken bitirememiştim. Hatırladığım tek sahne bir bombanın patlayışını özel çekimle verdikleri sahneydi, tüm ayrıntısıyla.
Buraya nerden geldim. Geçenlerde Ankara Film Festivali kapsamında izlediğim Ken Loach‘un son filmi Route Irish(Tehlikeli Yol) nedense tekrardan Semih Kaplanoğlu’nun sözlerini hatırlattı. Her ne kadar Ken Loach eleştirel ve politik bir film yaptıysa da yine filmde yası tutulan, ön plana çıkarılan sözleşmeli İngiliz güvenlikçileri. 2004 ‘de terhislerinden sonra çok dolgun bir maaşı reddedemeyen iki kafadar çocukluk arkadaşı tekrardan Irak’a göreve giderler. Ve biri orada Irak’ın en tehlikeli yolu kabul edilen Bağdat Havalimanı’ndan Yeşil Bölgeye giden yolda (Route Irish) bombalı saldırı sonucu ölür. Diğer arkadaşı bu ölümün arkasında bir kıllık sezerek araştırmaya koyulur. Birşeyler de bulur hani. Bulur ama bulduklarının Irak halkına faydası ne. Ölen bir kişi üzerden bir film yapılıyorsa, ölen yüzbinlerce Iraklı için yüzlerce film yapılmalı. Yapacak bir şey yok, sinema sektörünün devi onlar…
Ama az da olsa dediğim şekilde filmler de var ve Hollywood filmlerinden daha dokunaklı, daha insancıl. Mesela yine geçenlerde If Ankara Film Festivali’nde izlediğim ‘Son of Babylon’ filmi Irak meselesini anlatan en iyi film bence. Bir çocuğun savaşa giden ve dönmeyen babasını arama serüveni, bir Irak yol filmi. Irak Savaşı hakkında tonlarca makale, gazete küpürü okumaya gerek yok bence, sadece bu film izlense yeter. Film boyunca gezilen her yerde yas tutan kadınlar (zaten yası sadece kadınlar tutar…), harap olmuş evler, ağlayan insanlar, sefillik çeken koskoca Irak halkı. Bir savaşın ardından bırakabileceği en kötü tablolardan biri aslında Irak. Stalin’in sapıkça ifadesiyle “Bir kişi ölürsa bu bir trajedidir, bir milyon kişi ölürsa bu bir istatistiktir.” İşte olan olmuşu bu. Bir taraftakilerin ölüleri için trajedik filmler yapılırken Irak halkı’nın ölülerine toplu mezarlarda yatan, insan gibi mezarı bile layık görmeyen et parçaları olarak bakmak. Gerçek şu ki, her insanın ölümü birileri için trajedidir fakat bunu anlamak istemezsen sadece bazı trajediler film olur. ‘Son of Babylon’ gibi filmlerden bir tane olması bile yeter bence. Acının kalbi var mıdır bilmiyorum ama acının tam kalbinden seslenen bir filmdi.
Umarım ‘Son of Babylon’ babasını ararken yanlışlıkla ‘Route Irish’ e girmez. Eğer girer ve ölürse bilin ki bu olaydan da Hollywood’a film çıkmaz. Niye mi, çünkü o bir Iraklı.
MEHMET
2.Ankara Dağ Filmleri Festivali
Yayınlandı: Nisan 14, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:2011 dağ filmleri festivali, dağ filmleri, dağ filmleri festivali, dağ filmleri festivali ankara
Çankaya Belediyesi’nin ev sahipliğinde, Usta ve Çırak, Zirve Dağcılık Ankara Şubesi ve Dağ Kültürü Derneği ortak organizasyonu ile düzenlenen, 2. ANKARA Dağ Filmleri Festivali, 13 – 17 Nisan 2011 tarihleri arasında izleyici ile buluşuyor. “Dünyadan”, “Keşif Ruhu”, “Doğa-Çevre-İnsan”, “Bisiklet” ana temaları altında toplanan filmler, izleyicilere keşif, macera, heyecan ve adrenalin dolu saatler yaşatacak.
Macera dolu 21 film
“National Geographic Türkiye”nin festival sponsoru olduğu Türkiye’nin ilk ve tek dağ filmleri festivali olan ve İstanbul’da 6 yıldır düzenlenen organizasyon “The North Face” ve “Salcano Bisiklet” tema sponsorlukları ile ikinci kez Ankara’lı doğaseverlerle buluşacak. Yamaç paraşütü, kano, bisiklet, dağcılık, kayak gibi doğa sporları ile ilgili filmlerin yanında doğa ve çevre belgesellerinin de yer alacağı festival programında 21 film yer alıyor.
Genç kuşaklarda kalıcı bir doğa kültürünün yerleşmesi adına önemli bir işlev gören ve bu alanda Türkiye’deki büyük bir boşluğu dolduran Dağ Filmleri Festivali kapsamında, film gösterimlerinin yanı sıra, iki söyleşi ve bir fotoğraf sergisi de düzenlenecek.
Bir Banksy Filmi:Exit Through The Gift Shop
Yayınlandı: Nisan 12, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *BelgesellerEtiketler:83rd Academy Awards, çıkışlar hediyelik eşya dükkanından, Banksy, Exit Through the Gift Shop, Street artist, Thierry Guetta
Banksy ismini ilk defa bu belgeselle duydum. Yetenekli bir sokak sanatçısı olmasından öte yüzünü göstermeyişi sayesinde şimdiden bir mit haline dönüştü. Çizdikleri gerçekten anlamlı ve bamteline dokunan şeyler. İngiltere’deki sokakları aşarak Gazze Duvarı’na ulaşmış ve buraya bile çizimler yapmış. Eserleri oldukça iyi paralara satılıyor, sergi açtğında ünlüler bile sırada bekliyor. Gerçekten ilginç bir karakter Banksy… Bu arada bu konuyu kendisine açtığım ve Banksy ile ilgili birkaç link gönderdiğim gazeteci bir arkadaş bunlardan haber yaptı ve yayınlatmayı başardı. Anlıyacağınız, Banksy’yi Türkiye’ye duyuran kişiyi fitillemiş biriyim…
Exit Throuh The Gift Shop (ETGS) belgeselinin yönetmeni Banksy. Fakat asıl kahramanımız Thierry Guetta. O da oldukça ilginç biri karakter. Birgün eline aldığı kamerayla herşeyi çekmeye başlar. Kamerayla birşeyler çekmek alışkanlık olmaya başlar. Bu arada sokak sanatçılarını takip eder ve onları da kameraya alır. Bu farklı dünyayı çok seven Thierry, bu alanda başarılı ve popüler kişilerin peşinden giderek onların kaçamak çizimlerini görüntüler. Bu arada tanışırlar Banks ile ve aralarında bir arkadaşlık başlar. Thierry kameradan sonra sokak sanatına da ilgi beslemeye başlar. Ve bu ilgi onu kendisinin ve hatta Banksy’nin bile hayal edemeyeceği bir üne kavuşturur. Kendi çizimlerini ve stilini oluşturur. Yarım yamalak açtığı sergisini binlerce insan gezer ve eserleri binlerce dolara alıcı bulur. Banksy’yi bile kıskandıracak bir yükseliş…
Bu sene Oscar’a aday gösterilen beş belgeselden biri olan ETGS, Oscar’ı alamasa da adından ve Banksy’den oldukça söz ettirdi. Oscar’ı alsaydı belki yüzünü gösterirdi Banksy ama olmadı. Belgesel beni şu yönden çok etkiledi; bir kişi düşünün; daha yeni içine girdiği sokak sanatına gönül verip, evini dahi ipotek ettiren, bu uğurda bacağını kıran fakat sergisini açmak için gece gündüz demeden çalışan, kısa sürede bu işi öğrenen ve en sonunda hem sergisine hem de kendi belgeseline kavuşan… Belgeseli izlediğinizde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Gerçekten garip bir başarı öyküsü ya da Banksy’nin deyimiyle ‘dünyanın ilk sokak sanatı felaketi filmi’. İzlemenizi tavsiye ederim. Hem şaşıracak hem de çok eğleneceksiniz. **Bu arada Banksy’nin eserlerini mutlaka görmelisiniz…
MEHMET
Snijeg/Kar
Yayınlandı: Nisan 11, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:aida begiç, aida begiç filmleri, Angelina Jolie, bosna filmleri, Cannes, kar filmi, snijeg, snow
1992-1995 yılları arasında yaşanan Bosna Savaşında 100.000’den fazla insan hayatını kaybetti ve 2 milyondan fazla insan ise yerini yurdunu terketmek zorunda kaldı. O günlerde 10 yaşındaydım ve hatırımda o günlere ilişkin kalan en önemli kare, uzun kuyruklar halinde otoyollarda bekleyen-yurdunu terkeden-insanlardı. Hatırlıyorum da o kadar çok üzülmüştüm ki hala aklımdan çıkmaz o kareler. O zaman katledilen insanlar için şimdi yas tutmanın, özür dilemenin (Hollanda), tazminat vermenin çok bir anlamı yok bence. Ölen ölmüştür. Çocukları ve kocası ölen bir kadına nasıl bir özür, nasıl bir tazminat, nasıl bir şeref madalyası merhem olabilir ki. Babasını 20’li yıllarda kaybetmiş biri olarak, insanın en yakınlarını kaybetmesi kolay kolay alışabilecek bir durum değildir. Hele ki ahlaksız, insanlığa aykırı yolların denendiği bir savaşta yakınlarını kaybetmek daha zor olsa gerek. İnsan her zaman kendisine soracaktır: Ne gerek vardı?
Bosna benim için çok özel bir yere sahip. Gidip görmek istediğim ilk yerlerden. Oradaki insanlara yapılanlar-biraz önce de bahsettiğim gibi çocukluk zamanlarıma gelen savaş görüntüleri-beni oranın bir parçası yaptı sanki. Biliyorum şu anki Bosna benim hayalini kurduğum yer değil ama olsun..
Bunları yazmamı sağlayan izlediğim bir Bosna filmi. Aida Begiç’in ilk uzun metrajlı filmi “Kar”. Angelina Jolie’nin de izleyerek şu anki film projesine ilham kaynağı olan film.(Biliyorsunuzdur A. Jolie’nin Bosna’da yaşayan kadınların durumunu anlatan bir film projesi var.) Kocaları savaşta ölmüş ya da haber alınamayan bir grup kadının hayat mücadelesini konu alan film Cannes’ Film Festivali’nde büyük övgüyle izlenmiş ve ödüle layık görülmüştü. Geçimlerini kendi ürettikleri meyvelerden reçeller, sebzelerden turşular yaparak kazanan kadınların aklında hep savaş ve savaşta kaybettikleri kocaları ve çocukları vardır. Kimisi umudunu kaybetmişken, kimisi için umutla beklemek hayatlarının gayesi olmuştur.
Günün birinde bir Sırp çıkagelir ve bir şirketin arsalarını iyi bir fiyata almak istediğni söyler. Zamanında zorla almak istedikleri toprakları şimdi ise parasıyla satın almak derdindeler. Kadınlar ikileme düşer fakat içlerinde hala direnmeye çalışan birileri vardır. Kocalarını ve çocuklarını öldürenler şimdi de onları o topraklara ait hissettiren arsaları alarak aidiyet hislerini de öldürmeye çalışmaktadır. Bunu başarabilmesi için tek tek herkesi ikna etmesi oldukça zor olur çünkü ‘iyi bir yaşam’ın köylerinde ve topraklarında olacağına inanan birileri vardır.
Film sade anlatımı ve oyuncuların performanslarıyla göz dolduruyor. “Bosna rüyası” na kafa yormaya çalışan yönetmen hayalleri kaybedip hatıralara dalma durumunu irdeliyor. Kendi deyişiyle: “Ümitvardık. Hayallere sahip olma lüksünü yaşıyorduk. Kar’daki karakterler bazen kâbusa dönüşebileceğini bile bile kendi hayallerini kurmaya karar vermişlerdi. Kaldığımız yerden hareketle bugün “Bosna rüyası”nın nerede olduğunu sordum kendime. O zamandan bu yana neyin değiştiğini sorguladım ve fark ettim ki artık sistemin yeniden inşasına inanmıyoruz; rüyalarımızın, hayallerimizin yerini ise hafızamız ve hatıralarımız almış.”
Yeni filmi “Bait” in ortak yapımcılarından biri Semih Kaplanoğlu. Bosna Savaşı’nın yetimlerini konu alan filmin çekimlerine devam ediliyor. Kendisiyle yapılan ve Hayal Perdesi Online Sinema dergisin’de yayınlanan roportajı Aida Begiç’i ve filmlerini tanımak için okunmaya değer.(http://www.hayalperdesi.net/edergi/default.aspx?dergiid=21)
MEHMET
‘Şan’ına Yakışır Bir Sinema
Yayınlandı: Nisan 7, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in YazılarıEtiketler:balıkesir sinema, şan sinemaları
Gözünü sevdiğim Balıkesir…Öğrencisine de memuruna da sahip çıkmıştır bugüne kadar. Caddelerine çıktığında o kadar çok genç görürsün ki…Lise, üniversite, polis koleji, askeri okul…..Öğrenci potansiyeli bitmez bu şehrin..Balıkesir’in en meşhur sineması Şan bu potansiyelin farkında. Kaliteli hizmet sunmaya gayret gösteren Şan Sinemaları’nın uzun yıllardır devam eden bir uygulamasından bahsetmeden edemeyeceğim: Üyelik kartı uygulaması… Ankara’da bir filme gitmeye kalksan normal bir alış veriş merkezinin köşesindeki sinema salonunda 15 TLyi gözden çıkarmak gerek. (Zaten artık bir alışveriş merkezine yama olmadan ayakta durmaya çalışan kaç sinema salonu var ki..) İki kişi gitsen yanında bir içecekle mısır alsan, bir filmin maliyeti yaklaşık 50 TL. (Sinema salonuna dışardan yiyecek getirmek yassahtır kardeşim.İlla ki bizden alacaksın.Su 3TL, ufacık mısır 5 TL…ah ah kapitalizm, bir aşk hikayesi diyen yönetmene selam olsun. Bu arada İstanbul’da dışardan getirdiği suyu içeriye almayıp filmi izlemesine engel olan sinemayı tüketici mahkemesine şikayet eden duyarlı vatandaşımız haklı bulunmuş ve bilet paraları iade edilmiş. Sebep de suyun en temel ihtiyaç olması ve sinema salonunda fahiş bir fiyattan satılması. Aklınızda olsun sinemaya giderken en aşağı kattaki Migrostan 25 kuruşa bir su alın ve sinemaya öyle gidin. Niye 3 TL verelim ki..Bir şey derlerse de http://www.tuketiciler.org/?com=news.read&ID=3581 adresini referans gösterin ya da buradaki karar metninin örneğini yanınıza alın.) Şan sineması ne yapıyor biliyor musunuz? Beş hafta içinde izlemek şartıyla 5 film, yanında bir cola, bir mısır patlağı ve en güzeli de iki film afişinden oluşan muhteşem üyeliğini 25 TLye satıyor. Ben size Ankara’daki karşılığını hesaplayayım: 5 film en azından 50 TL, cola ve mısır 10 TL, vermezler ya ısrar etsen de iki afişi 5 TLye alsan ne etti: 65 TL.. Tamam Ankara büyükşehir, kiralar pahalı da Balıkesir gibi yerlerdeki insanların da hiç mi masrafı yok…Kutlamak istiyorum burdan Şan sinemalarının sahibini ve çalışanlarını. Ben de çok faydalandım bu üyelik kartından..Sinemasevere değer verdiğiniz için teşekkürler….
MEHMET
Sinemalife Nisan Sayısı
Yayınlandı: Nisan 6, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Sinema DergileriEtiketler:sinema dergileri, sinemalife dergisi
Devrimden Sonra
Yayınlandı: Nisan 5, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Beklenen FilmlerEtiketler:devrimden sonra, devrimden sonra filmi
Devrimden Sonra, sosyalist devrimin sonrasında Türkiye’de geçen 12 öyküden oluşmakta bu açıdan Türkiye’de sosyalizmi anlatan ilk film olma özelliğini taşıyor. Ülkede yaşanan politik ve sosyal değişimler sıradan vatandaşın hayatına yansımaları ile anlatılıyor. Kamulaşan fabrikalar, herkesin oturduğu evin sahibi olması, ücretsiz hale gelen sağlık, eğitim, ulaşım hizmetleri ve bunları şaşkınlık, sevinç hatta kimi zaman korku ile izleyen bakkal amcalar, emekliler, kiracılar, öğrenciler, işçiler. Kısacası yurttaşlarımızın insanca bir yaşama kavuştuğu bir ülke resmediliyor. 1 Mayısta vizyonda…
Cinedergi Nisan Sayısı
Yayınlandı: Nisan 5, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Sinema DergileriEtiketler:cinedergi, nisan 2011 sinema dergileri, sinema dergileri, sinema dergisi
30. İstanbul Fİlm Festivali 2011
Yayınlandı: Mart 29, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:30. istanbul film festivali program film afişleri, 30.istanbul film festivali, 30.istanbul film festivali önerileri, 30.istanbul film festivali izlenebilecek filmler, 30.istanbul film festivali kaçırılmayacak filmler, 30.istanbul film festivali tavsiye filmler, 30.istanbul film festivali yazarlardan öneriler, istanbul film festivali, istanbul film festivali filmleri
Ayrıntılı Film Tavsiyeleri İçin:
https://sinemakenti.wordpress.com/30-istanbul-film-festivali-tavsiyeler/
Zoraki Kral
Yayınlandı: Mart 29, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerEtiketler:Academy Award, Colin Firth, King's Speech, natalie portman, zoraki kral eleştri
İncir Reçeli
Yayınlandı: Mart 23, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fd'nin Yazıları, *Filmler, *Türk FilmleriEtiketler:aids filmi, incir reçeli filmi
Hiç yadırgamadım yüzünü/İnan çok tanıdık/Gönlüme hoşgeldin sevdiğim…
Geçimini yazarak kazanmaya çalışan ama yazıları pek tutulmayan genç bir adamdır Metin. Duygu ise delidolu, hayatı günübirlik yaşayan birisi. Yaşamları bir barda çakışır ve sonra bir hayalin içinde kaybolurlar…
Oyuncuların çok popüler olmayışı ve adı ilgimi çektiği için bir an önce izlemek istedim filmi. Apar topar gittim, daha filmin başındaki şarkıları duyunca pür dikkat kesildim. 5 – 10 dakika geçti filmde bir hareket yok. Melike’ den bir gıcık aldım ki o kadar olur. Yani belki rolü gereği şımarık olması lazımdı ama o bunu başka bir boyuta taşımış sanki. Sürekli zil sesleri ve uyanma sahneleri arka arkaya patlıyor ki bu da insana sıkıntı veriyor. Öte taraftan not kağıtlarına yazılan bazı notlar özdeyiş niyetine güzeldi.Bazı sahneler çok anlam yüklüydü. (Otobüs durağındaki halleri.) Yine bazı sahnelerdeki geçişler ve mantık dizisi iyi düşünülmüş. Erkek oyuncu ( Sezai Paracıkoğlu) resmen döktürmüş, çok başarılı buldum. Hele ki söylediği şarkı akıllardan kolay kolay silinmez herhalde.
Yine de, keşke AIDS hakkında biraz daha ayrıntılı bilgiye sahip olsalardı demeden edemedim. Hem böylece farklı çevrelerden de tepki almazlardı. Yönetmenin ilk filmi olmasına rağmen senaryo, oyunculuk ve görüntü açısından Türk sinemasının geliştiğini gösteren ve gelecek vaad eden bir film bence. (Filmden çıkınca dayanamadım, marketten incir reçeli aldım. Eve gelinde tadına baktım ama hiç sevmedim. Adamın sevmediği kadar varmış.)
Ankara Film Festivali İzlenimleri/Kısa Sınır Tanımaz
Yayınlandı: Mart 21, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Enes'in Yazıları, *Festivaller, *Kısa FilmlerEtiketler:kısa sınır tanımaz
Kısa filmler, birçok insana basit gelen, ama anlatmak istediği fikri uzatmadan doğrudan anlatabilen filmlerdir. Söz konusu olayı o kadar yalın ve uzatmadan anlatır ki başka düşüncelere kapılmadan çıkıverir fikir. Ana fikir demiyorum çünkü çoğu kısa filmde yan fikirler yoktur. Yönetmen anlatacağı şeyi en kısa yoldan anlatmaya çalışır ve başarır da bunu. Başardığı için etkileyicidir kısa film. Hayatımda izlediğim birçok kısa film beni hem mutlu etmiş hem de sonunda üzmüştür. Mutlu etmiştir çünkü yönetmeden seyirciyi sıkmadan anlatmıştır anlatacağını üzmüştür çünkü bilirsiniz ki aynı filmi bir daha kolay kolay bulamayacaksınızdır.
22. Ankara Film Festivali tüm hızı ile sürüyor. Festival sinemaseverler için bulunmaz bir fırsat. Festival birçok ülkeden birçok yönetmenin filmlerini izleme fırsatı sunuyor. Çok kaliteli yapımlar ve etkinlikler var.
İnsanlar Ankara’da festivallere çok ilgili. Birçok festivalde yer bulmak zor oluyor. Ankara’nın merkezindeki sinemalarda gösteriliyor filmler. Ulaşım rahat. Bunun etkisi olabilir. İnsanlar rahat ulaşıyor sinemaya. Ama ben buna insanların kültürel yapısının yüksek olmasına da bağlıyorum. Ankara kültür sanatı yaşayan insanlarla dolu bir şehir.
Bu sene festivali üniversite yıllarındaki kadar iyi yaşayamıyorum fakat, yine de birkaç seansa gitme imkânı buldum. Ses getirmiş kısa filmlerin gösterildiği “Kısa Sınır Tanımaz” seansları oldukça etkileyici. Gittiğim seansta sekiz kısa film izledim ve hepsini başarılı buldum.
Bunlardan birçok ödül almış “Muazzam Yarış” beni çok etkiledi. İnsanların para hırsı ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Mükemmel bir anlatım, ortalamanın çok çok üstü. Etkilendiğim diğer film ise “Lost”. Yaklaşık 4 dakikalık bir film. Kameranın anlatımda nelere kadir olduğunu görmek isterseniz bu filmi mutlaka izleyin derim. Ortalamanın üstü.
Son söz: Kısa Film deyip geçmemek lazım. Unutmayalım ki şu an filmlerinin kalitesi ile ün yapmış birçok yönetmen zamanında kısa filmlerle olgunlaşmış. Bu bakımdan izlediğiniz kısa film belki ileride akademi ödülü alacak bir yönetmenin ilk filmi olabilir. Bundan dolayı mesleğin başlangıcında çok önemli bir basamak olan kısa filmleri önemsiyor ve festivallerde gösterilmesinde emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.
ENES
Gizem ve Umut Dolu Bir Yer: Lourdes
Yayınlandı: Mart 21, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:Bernadette Soubirous, France, Lourdes, lourdes filmi, Lourdes movie, Midi-Pyrenees
Filmi izleyeli çok oldu aslında ama internette hakkında yazılmış Türkçe harhangi bir eleştri bulamadığım için-yani sadece kayıtlara geçsin diye-bu yazıyı yazıyorum. Sinemanın konu yönünden hiçbir sıkıntısı yok bence, savaşlar, cinayetler, aşk, soygunlar…ve tabii ki din. Herkes kendi inancını yansıtan filmlerle hem dinin yaşantısını bilmeyenlere anlatırken bir yandan da propagandasını yapmakta.
İsmini bir kaç yerden duyduğum “Lourdes” filmini de konusu ilginç geldiği için izledim.(Filmin yavaş akmasından dolayı izlerken oldukça da yoruldum.) Fransa’nın güneybatısında bir yer Lourdes, Hristiyanların sıkça ziyaret ederek hac yaptıkları bir yer. Burayı kutsal yapan olay ise 1858 yılında yaşanmış. Ondört yaşında fakir bir çocuk olan Bernadette Soubirous Meryem Anayı görür ve 1933 yılında aziz ilan edilir.(İspanya’daki Fatıma olayına benziyor mu, düşünmek gerek) Ve Lourdes bundan sonra kutsal bir yer olarak ziyaretçi akınına uğrar. Bu yerin bir diğer özelliği ise şifa dağıttığı yönündeki inanç. Buraya gelen hacılar, kutsal su kabul edilen bir mağarada yıkanmakta ve dua etmektedirler. Gizemi ve umudu aynı yerde birleştiren bir yer gibi Lourdes.Filmin genel konusu bu olmakla birlikte, bir de filmimizin baş karakteri var: Christine. Doku sertleşmesi olan, ellerini ve kollarını hareket ettiremeyen Christine de şifa bulmak aiçin gelmiştir. Sessiz birisi olan Christine de diğer hacılarda olmayan bir dinginlik-bir mübareklik, bir saflık- vardır. Açıkcası ben çoktan filmin sonunda iyileşeceğini ve bir keramet yaşanacağını düşünmeye başlamıştım bile. Film Christine’nin, ona bakan kişiyle hac görevlerini yapması, duaları, yıkanması, tedavisi gibi konularla ilerliyor. Sonundan beklediğim olaylar gelişti fakat filmin ucu açık bıarkıldı. Yani bu gerçekten bir iyileşme, şifa bulma olayı mı yoksa umudunu kaybetmeyen bir kızın moral gücüyle de ayağa kalkması mı. Çünkü iyileştikten sonra bir ara tekrar yere düşüyor.
Neyse, dedik ya bu yazıyı sadece kayıtlara geçsin diye yazıyoruz. Bilinmeyen bir yeri görmeme vesile olduğu için filmi izlediğime pişman değilim. Buna benzer başka filmler olsa yine izlerim, izledim de: Of Gods and Men, Bu sene Fransa’nın Oscar aday adayıydı. Orada da gerçek bir öykü anlatılıyor. Onu da bir ara sadece kayıtlara girsin diye yazacağım.
MEHMET
Siyah Kuğu
Yayınlandı: Mart 21, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerEtiketler:Black Swan, Mila Kunis, natalie portman, siyah kuğu
ABD Usulü ‘Pardon’ : Conviction/Mahkumiyet
Yayınlandı: Mart 18, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:Betty Anne Waters, conviction filmi, conviction movie, Hilary Swank, mahkumiyet filmi, Sam Rockwell
Hikayesi gerçek olaylara dayanan filmler her zaman ilgimi çekmiştir. Başımıza gelme olasılığı nadir olan fakat dünyada bir yerlerde birilerinin başına gelmiş ilginç olayların beyazperdede izlemek hoşuma gider. Geçenlerde izlediğim 127 Saat filmi gibi. Fakat Conviction filmindeki gibi olayları duymak insanı gerçekten heyecanladırıyor.
Filmimiz 1983 yılında Kenneth Waters (Sam Rockwell) adında bir adamın tutuklanmasıyla başlıyor. Birbirlerine küçüklüklerinden beri çok bağlı olan kız kardeş Betty Anne Waters (Hilary Swank) ise kardeşinin suçsuz olduğunu düşünmektedir. Evli ve iki çocuklu olan Anne’nin tek düşüncesi kardeşini hapisten kurtarmaktır fakat her zaman yasaların haklının yanında olmadığını o da bilmektedir. Elinden gelen herşeyi denemeye başlar fakat işler istediği gibi gitmez. Sonunda bu işi kendisi çözmeye karar verir. Hukuk fakültesini bitirip avukat olacak ve kardeşini kendisi savunacaktır. Bu planını muebbet hapis cezasına çarptırılmış kardeşine söylediğinde, kardeşinin yüzündeki ifadeyi görmeniz gerekir. İntihar teşebbüsünden yeni kurtulmuş kardeşi bekleyeceğine dair söz verir. Ve akıl almaz süreç burda başlar..Anne okulu bitirir ve kardeşinin avukatı olarak işlere el atar. Artık her şey çok daha güzel olacaktır…
Düşünüyorum da Betty’nin yaptığını kaç kişi yapabilir.. Bu dönemde eşinden boşanan, çocuklarına bakmaya çalışan, bunların yanında da hukuk fakültesine devam eden bir insanın azmini ayakta alkışlamak gerek. Çocuklarının tartıştığı bir sahnede anneleri birbirleri için kendisinin yaptığını yapıp yapmayacaklarını sorduğunda net cevap alamaz. Gerçek hayatta da böyle değil midir? Yapılan fedakarlığın ölçüsü kişiden kişiye, nesilden nesile değişmektedir. Günümüzde kaç abla kardeşi için-tüm hayatını mahvederek- böyle bir mücadeleye girer. İşte bu yüzden olayın konusu film olabilecek kadar ilginç ve etkileyici.. Bir de ABD gerçeği var ki filmin bir sahnesinde kendisini açıkca belli ediyor. Bir konuşmada Betty kardeşinin bir başka eyalette olsaydı bugüne kadar asılmış olacağını söyler. Yani her eyaletin yargı sistemi birbirinden farklı.. Kardeş Kenneth’in şansı hem ablası hem de bulunduğu eyaletin kanunları aslında…Ne olursa olsun bir insanın 18 yıl suçsuz yere hapiste yatması acı bir durum…Bizdeki ‘Pardon’ filmine benziyor..Ama orda süre çok daha kısaydı. Güzel bir söz var: “Mahkemelerin kiminde adalet dağıtılmaz, sadece kanunlar öğretilir.” Ülkemizde de öyle değil mi? Yıllardır süren sonunda da zamanaşımından düşen davalar, suçluların dışarda, masumların içerde olması.. Adalet çok ince bir mesele, simgeleyen kadının gözünün bağlı olması yetmez aslında. Gözü açık olsun önemli değil, ama vicdanı hür olsun…
Filmi tavsiye ederim…Özellikle hukukçular ve hukuk eğitimi alanların izlemesi gerek bence.. Mahkeme kararını her bir şekilde verir fakat vicdanlarımızın verdiği karardır asıl olan..(Yukarıdaki fotoğrafın sağındakiler gerçek kahramanlarımız, soldakiler ise filmden)
MEHMET
Sinemalife Dergisi Yeni Sayısı
Yayınlandı: Mart 17, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Sinema DergileriEtiketler:sinema dergileri, sinemalife
Örnek İnsan:Cem Yılmaz
Yayınlandı: Mart 16, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *HaberlerEtiketler:cem yılmaz ve zefir filmi, zefir filmi, ZEFİR
Bugüne kadar birçok uluslararası festivalde ödül kazanan Zefir filmi 29 Nisan’da gösterime girecek. Bu filmi izleyiciyle buluşturan isim ise ünlü komedyen Cem Yılmaz. Film çekilirken parası biten ve filmi tamamlayamayan yönetmen Belma Baş’ın imdadına Cem Yılmaz yetişmişti. Yılmaz, sponsor olduğu Zefir’in hem çekimlerinin tamamlanmasını hem de yurtdışındaki uluslararası film festivallerine katılmasını sağlamıştı. Yönetmen Selçuk Aydemir’in maddi olumsuzluklar nedeniyle vizyona giremeyen Çalgı Çengi filminin imdadına da Cem Yılmaz yetişmişti. Cem Yılmaz’ın bastırdığı kopyalarla izleyiciyle buluşan film şu ana kadar 57 bin kişi tarafından izlendi. (Hayal Perdesi)
Gerçekten örnek bir davranış. Yukarıdaki bahsettiğim ‘kıytırık’ filmler kategorisine tabii ki Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan gibi hem iyi filmler yapıp hem de iyi kazanan sinemacılarımız dahil değil. Bu işi hakkıyla yapıp kazananların Cem Yılmaz örneğinde olduğu gibi güzel işlere imza atması da anormal değil bence.
MEHMET
Hayal Perdesi Dergisi/Mart-Nisan
Yayınlandı: Mart 16, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Sinema DergileriEtiketler:hayal perdesi dergisi
“Miral” Filmi BM’de
Yayınlandı: Mart 15, 2011 / ***Tüm Yazılar, *HaberlerEtiketler:miral, miral BM, miral movie
Amerikalı Yahudi oyuncu ve yönetmen Julian Schnabel’in, Filistinli gazeteci Rula Jibriel’in kitabından yola çıkarak çektiği filmin gösterimine BM Genel Kurulu Başkanı Joseph Deiss onay verdi. Ancak İsrail’in BM delegasyonu, filmin gösterim kararını protesto ederek iptal edilmesini istedi. İsrail delegasyonu, İsrail’de ‘Miral’de anlatılanlardan daha sert ve eleştirel filmler yapıldığını, ancak bu filmlerin BM Genel Kurulu’nda değil ticari sinemalarda gösterildiği ifade edildi.
Filmin yönetmeni Schnabel ise, filminin sevip inandığı İsrail’e zarar vermesini değil, korumayı amaçladığını belirterek, ‘Eğer diğer tarafı dinlemezsek barışa sahip olamayız’ dedi. (Kaynak: Akşam.com.tr)
Çakal Carlos Ankara Film Festivalinde
Yayınlandı: Mart 14, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Beklenen Filmler, *FilmlerEtiketler:çakal carlos, carlos movie
Carlos, yirmi yıl boyunca dünyanın en çok aranılan teröristlerinden biri olan Ilich Ramirez Sanchez’in, nam-ı diğer Çakal Carlos’un öyküsünü anlatır. Carlos, İngiliz bir iş adamını öldürme girişiminde bulunduğu 1947 ile Hartum’da tutuklandığı 1994 arasında, çeşitli isimlerle değişik kimliklere bürünmüş ve çağının bütün politik karmaşalarına imzasını atmıştır. Carlos kimdi? Kimlikleri arasında nasıl bir bağlantı vardı ve bunlarda nasıl bir ardıllık söz konusuydu? Bu kimlikler neyle bağlantılıydılar ve bu sonsuz mücadeleye girmeden önce Carlos nasıl biriydi? Carlos’un “Çakal” lakabı, Frederick Forsyth’ın Çakal adlı romanı Carlos’un kişisel eşyalarının arasında bulununca, The Guardian gazetesi tarafından takılmıştır.
Ilich Ramirez Sanchez(İliç Ramirez Sançez) veya daha sık kullanılan lakabıyla Çakal Carlos, Venezuela doğumlu eylemci. Birçok yasadışı eylemde yer almış Sanchez, 2007 itibariyle Fransa’da Fleury Merogis Cezaevi’nde tutulmaktadır. Sanchez 25 Mart 1949 yılında Marksist bir ailenin oğlu olarak Venezuela‘nın Karakas şehrinde dünyaya geldi.
1966 yılında annesi ve kardeşleriyle birlikte Londra‘ya gidip, İngiltere‘de üniversite eğitimi gördü. Uzun bir dönem Marksist gençlik örgütlenmelerinin içinde yer alan Carlos, 1975 yılında Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) kamplarında eğitilerek İsrail‘e karşı savaşmaya başladı. Daha sonraki yıllar İsrail hükümetine karşı verdiği mücadeleyi Batı’nın büyük şehirlerine taşıyan Carlos, İsraille ilişkisi olan birçok banka, dernek, gazete ve elçiliğe bombalı saldırıda bulundu. 1980 yılında dünyanın en çok aranan adamı olarak ilan edilen Carlos, CIA, Mossad, Interpol ve Fransız istihbaratını birçok kez atlattı. Özellikle 1980’li yılllarda yaptığı eylemlerle adını duyuran Ilich Ramirez Sanchez hakkında birçok kitap yazılırken, hayatı da defalarca kez filmlere konu oldu.
Binbirsurat olarak da tanınan Carlos’un en önemli eylemlerinden birisi de Viyana‘daki OPEC toplantısında, aralarında 10 petrol bakanının da bulunduğu 70 kişiyi rehin alması ve olay sonrası rehineleri Cezayir‘e kaçırmasıydı. Carlos, 25 yıllık bir kovalamacanın ardından 1994 yılında Fransız ve Sudan istihbarat örgütlerinin ortaklaşa düzenledikleri bir operasyonla yakalandı. Mahkeme sonrası müebbet hapis cezasına çarptırılan Carlos, yargılanma esnasında tanıştığı avukat Isabella Coutant Peyre ile evlendi. Fransa’da Fleury Merogis Cezaevi‘nde bir hücrede tutulmaktayken Clairvaux’da çok sıkı korunan bir hapishaneye nakledidi.Eşi sağlık merkezlerinden uzaklığı sebebiyle bu nakle karşı çıkıyordu.Şu anda Paris’te La Santé cezaevinde kurbağa lakaplı gizli fransız polislerinin suikast girişiminden yeni kurtulmuş halde bulunuyor.İzolasyon şartları ağırlaştığı gibi vatandaşı olduğu Venezuella’nın Fransa elçiliği tarafindan iadesine dair hiçbir esaslı teşebbüste bulunulmamasindan yakınmaktadır. 1975’de müslüman olan Çakal Carlos, Salim Muhammed Nuri adını almıştır.(wikipedia)
Onur Ünlü’ye Dair…
Yayınlandı: Mart 14, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *YönetmenlerEtiketler:alper canıgüz, çocuk filmi, beş şehir filmi, bir dublörün dilemması, güneşin oğlu filmi, leyla ile mecnun dizisi, murat menteş, murat menteş kitapları, onur ünlü, onur ünlü filmleri, polis filmi
Geçenlerde, TRT’de yeni başlayan “Leyla ile Mecnun” dizisinin ilk bölümünü izlerken, bir gariplik hissettim… Dizi, isminden de anlaşılacağı üzere, aşk üzerineydi; ama senaryoda bir anormallik vardı. Olaylar normal bir şekilde işlemiyordu, ama normal gibi görünüyordu. Kıllanmaya başlamıştım. Hani annenizin pastasının tadını nereye gitseniz hatırlarsınız ya, aynen öyle bir şey oluyordu bana da. Bu dizinin senaristi ya da yönetmeni benim tahmin ettiğim adam olmalıydı. Ama tam emin olamıyordum, derken dizide geçen bir kitap kafamdaki tüm soru işaretlerini siliverdi.>> Yazının devamı için: http://www.kulturmafyasi.com/2011/03/14/onur-unluye-dair/ (Kaynak: Kültür Mafyası)
MEHMET
Get Low\Büyük Sır
Yayınlandı: Mart 12, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Enes'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:büyük sır, büyük sır filmi eleştri, get low, get low eleştri
İnsanların bir filmde aradıkları değişebilir. Bazıları hareket, bazıları mizah, bazıları aşk vs. isteyebilir. Öncelikle şunu söylemek gerekir. Büyük Sır da hareket yok. İlk yarım saat kendimle çok mücadele ettim desem yalan olmaz yani. Fakat sonradan filme hareket gelmese de, biraz enteresanlık ve gizem gelince filmin sonu geldi.
Büyük Sır gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilmiş bir film.1930’ların Amerikası’nda Kahramanımız “Felix Bush Breazeale” yaklaşık 40 yıl ormanda yalnız yaşadıktan sonra kasabaya inerek kendi cenaze törenini ölmeden önce yapılmasını ister. Normalde kişi ölmeden cenaze töreni olmuyor galiba ama elindeki bir tomar parayı gören fırsatçı Quinn Cenaze Hizmetleri bu teklifi kabul eder. Fakat Mr. Bush’un amacı başkadır. (Gerçek “Uncle Bush” hikayesi için: http://www.clanbreazeale.com/UncleBush/BettyMagee.htm )
Görsellikten, aksiyondan yoksun olan filmi kurtarabilecek sadece senaryo. Fakat o da zayıf. İnsanı duygularla yola çıkmış biraz da gizem biraz da mizah katılan filmde – espriler gerçekten güzeldi – seyirci son ana kadar acaba ne olacak diye merak içinde kalmıyor ama film gizemini sürdürüyor. Fakat ben yine de şunu belirtmek isterim: film gizem hakkındaki beklentimi o kadar yükseltti ki gizemi öğrenince sanki beklentilerimi karşılamadı.( Fakat şunu da belirtmekte fayda görüyorum: Bush’un başından geçen olay ve filmdeki sırrımız Amerika’daki Hümanizm kavramına katkısı olmuş)
Film bana kalıplara takılmamamız konusunda bir uyarı yapmakta. İnsanların, beyinlerindeki “bu böyle olur, bunun için olur” ya da “bu böyle olmaz, bundan dolayı olmaz” algılarına her zaman kapılmaması gerektiği mesajı vermekte. Bir cenaze töreninin sadece ölüler için yapılması gerektiği “kuralını” hiçe sayıp sonucu, toplum için faydalı olan bir şeyin yapılabilmesi kuralların insanlar için olduğu ve insanların, “gerekirse” en değişmez denilen kuralların bile değiştirebileceği mesajını vermekte. (Aslında bu benim arzum da olabilir).
Toparlarsak, Her ne kadar filmden sıkılmasam da “bu film sinemada izlenmeyi haketmiyor” diyebileceğiniz bir dönem filmi Büyük Sır. Ortalama.
ENES
Kültür Mafyası
Yayınlandı: Mart 11, 2011 / ***Tüm Yazılar, *HaberlerEtiketler:kültür mafyası, kültür mafyası sinema
Mafya Sinema Yazıları:http://www.kulturmafyasi.com/category/sine-mafya/
8.Ankara Japon Filmleri Festivali
Yayınlandı: Mart 10, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:8.ankara japon filmleri festivali, japon filmleri, japonya ankara büyükelçiliği, laputa movie
1.Uluslararası İzmir Animasyon Film Festivali
Yayınlandı: Mart 9, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:animasyon, izaf, izaf 2011, izmir animasyon film festivali, izmir festival
7.Akbank Kısa Film Festivali
Yayınlandı: Mart 7, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:7.akbank kısa film festivali, akbank kısa film, akbank kısa film 2011, bisiklet kısa film, kısa film istanbul 2011, türk gibi başla alman gibi bitir
Etkinlikler Ücretsizdir.
Program: http://www.akbanksanat.com/web/501-9823-1-1/akbank_sanat/7__kisa_film_festivali/program/7_mart
Son of Babylon
Yayınlandı: Mart 6, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Enes'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:babilin oğlu, son of babylon, ırak 2003, ırak filmleri
If İstanbul çerçevesinde düzenlenen film festivali bu yıl bir ayağını da Ankara’da gerçekleştirdi. Her ne kadar İstanbul’daki kadar sinema salonunda yer bulmasa da Ankara’da gerçekleşmesi bir kapının açılması bakımından iyi oldu. CEPA AFM’de gösterilen filmlere ilgi fazlaydı.Bunu her ne kadar film fiyatlarının ucuzluğuna bağlayanlar olsa da, Ankara insanının festivallere olan ilgisine ve özellikle entellüktuel seviyesine bağlamaktayım ben.
Meteorolojinin aksine güzel bir Cumartesi günü biz de arkadaşlarla bir filme gidelim hem iş yoğunluğu dolayısı ile yorgun olan beyinlerimizi dinlendirelim hem de festivale destek verelim dedik. Son of Babylon filmine gittik. Babliin oğlu ismi ile Türkçeye çevrilen film Berlin, Sundance Film Festivalleri gibi festivallerce ödüle layık görülen 2009 yılı yapımı Mohamed Al Daradji imzalı bir film. Filmde Arapça ve Kürtçe konuşuluyor.
Yolda bir ninenin namaz kılması ile başlayan film kürt olan bir çocuk(Ahmed) ve çocuğun babaannesinin oğlunu(ibrahim) – ve dolayısı ile çocuğun babasını – aramasını konu edinmiş. Bir mektup ile oğlunun Nasiriye hapishanesinde olduğunu öğrenen nine torununu da alarak Nasiriyeye gidişini ve sonrasını anlatıyor.
Irak’taki bazı gerçekleri de göstermeyi ihmal etmeyen film, Irak’ın nasıl harap düştüğünü, oradaki insanların nasıl bir sefil hayata mahkum edildiğini çok iyi göstermiş. Yolculuk esnasında gösterilen mekanlar Irak’ın harap halini çok iyi şekilde dile getiriyor. Bunu yaparken ABD ne övülüyor ne de yeriliyor. Fakat olaya tersten baktığımızda Saddam Hüseyin karşıtı bir propaganda yapıldığını söyleyebiliriz. Çocuğun tuvalete giderken “Saddamı çağırmaya gidiyorum” demesi bunu gösteriyor.Bunu El-Enfal Operasyonunda Kürtlere karşı yapılan katliamı anlatması ile de görebiliriz. Film ayrıca savaşın yapabileceği yıkımları anlamlı bir şekilde gösteriyor. Çocuktaki dikkate değer değişim savaş konusunda bizlere çok iyi mesaj veriyor.
Filmde Babilin asma bahçelerine de bir gönderme yapılmış. Tarihi milatan onceye dayanan Babilin Asma bahçeleri 2003 Irak savaşında ABD’li komutan tarafından askeri üs yapılmış ve büyük tahribat görmüş.
Sinemada insanlara baktığımda gerçekten filme kitlendiklerini ve pür dikkat izlediklerini gördüm. Başta film yavaş gitse de aralara katılan zeka ürünü espriler ile izleyiciyi sonuna kadar canlı tutmayı başaran ve son yarım saatte kendisine bağlayarak vermek istediği mesajı duygusal bir şekilde veren bir film. Ortalamanın Üstü…
ENES
Nostalji/Susturma Be Zeki Abi…
Yayınlandı: Mart 6, 2011 / ***Tüm Yazılar, *VideolarEtiketler:baharı bekleyen kumrular gibi
Anı Yaşamak
Yayınlandı: Mart 4, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *Kısa FilmlerEtiketler:anı yaşamak, kısa film, rofife kısa film festivali, şevket çoruh
Ankara 3.Rofife Kısa Film Festivali’nde izleme fırsatını buldum filmi. Bir kısa filmin kadrosunun bu kadar zengin olması insanda merak uyandırıyor. “Anı Yaşamak” kısa filmi ekim ayında Antalya Altın Portakal Film Festivalin’de de gösterilmişti fakat gala filmlerinden fırsat bulup izleyememiştik. Film gerçek bir hayat hikayesinden esinlenmiş. Ümraniye T Tipi Cezaevinde yatan hükümlü Hakan Metin Mercan’ın yazıp yönettiği ve başrollerini Bennu Yıldırımlar, Şevket Çoruh, Ceren Soylu ve Ercan Bostancıoğlu’nun oynadığı ‘Anı Yaşamak’ filmine 11.Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü verildi. Filmin galası ilginçtir, yönetmeni dışarıya çıkamadığı için cezaevinde yapılmıştır
Film, içerideyken oğluna Almanya’da olduğunu söyleyerek onun üzülmesini istemeyen babanın(Şevket Çoruh) acıklı hikayesinden bahsediyor. Yakın zamanda dedesini de kaybeden çocuk ölüm kavramına kendince anlamlar yüklemeye çalışıyor. Dedesi cennete, babası da Almanya’ya gitdiyse demek ki babası da bir yere giderek ölmüştür. Annesine bunu sorar: Babam da dedem gibi öldü mü… Annesi, kocasından artık bu yalandan vazgeçmesini yoksa çocuğun ölüm kavramını bir türlü anlayamadığı için psikolojik bunalım yaşayacağını söyler.
Baba da hapisteyken zamanın daha sonrası “an”ın kıymetini anlamaya başlar. Geleceği oluşturan küçük parçalardır ”an”lar. Geçmiş artık yoktur ve geleceği yaşamak “an”dan başlar. Kısacası her “an”ın kıymetini anlar. Çünkü içerdeyken insan her şeye sevinebiliyor. İçerdeki bir arkadaşının 6 ay ömrü kaldığını ve erken tahliye olacağını öğrendiğinde, yakınlarının yanında öleceği için sevinmesi onun aklını başına getirir. İçerde zaman farklı işler. Her “an”ı iliklerine kadar yaşarsın.
MEHMET
SİYAD Ödül Törenine Eleştirel Bir Bakış
Yayınlandı: Mart 2, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in YazılarıEtiketler:atilla dorsay, kosmos, reha erdem, siyad
Bir SİYAD Ödül Törenini de geride bıraktık. Bırakmasak da olurdu hani.Baştan sona sinirle izlediğim tören tam anlamıyla fiyaskoydu.Organizasyon sıfır.Zaten salon da boştu..Galiba sadece içinden ödül alabileceğini geçirenler ve yakınları gelmişti törene.(Ama duyduğumuza göre ahirinde verilen parti daha kalabalıkmış.Millet akıllı arkadaş.Zaten Reha Erdem’den bize ödül kalmayacak, biz de eğlenmemize bakalım demişlerdir.)Öyle dağınık oturuyordu ki seyirciler onları izlemekten gözüm yoruldu.Birisi de kalkıp arkadaşlar biraz ön taraflarda toplanalım da birlik olsun,salon dolu gözüksün demedi? (Antalya Film Festivali’nin kapanış töreni de böyleydi. Her ne kadar salon dolu olsa da organizasyon çok kötüydü.)
Ödüller dağıtılmaya başlandı. Ödülü verecek kişi ne yapacağını bilmiyor, sunucu arkadan fısıldıyor ekrandakileri okusana diye. Ödül sahibini buluyor kendisi salon da yok..Amcasının torunu geliyor ödülü almaya..Arkadaş madem gelmeyeceğini biliyosun ya da böyle bir olasılık var önceden kulağına çıtlatıver. Her neyse, sonra birisi ödül takdim etmek için çıkıyor, iki dakika sonra kendisi ödül almaya geliyor. Madem ödül alacak bu adam(Settar Tanrıöğen) bırakın da bir önceki ödülü başka bir sanatçı takdim etsin.(Memlekette sanatçı mı kalmadı da…Kalmadıysa blog sahibi bir insan olarak geleyim ben vereyim..)
Millet zaten dalga geçmeye başlamış törenle ilgili.İsmini değiştirmişler mesela.”Reha Erdem Ödülleri”. Reha Erdem’i severim, filmleri çok başarılı..Buradan aldığı ödülleri bence hiç önemsememeli…Onun gözü ayıda veya palmiyede olmalı…Ben kendisinin buralardan ödül alıncaya kadar bu tür SİYAD ödülleriyle sevinmemesini isterim.(SİYAD ödüllerini nerde muhafaza ediyor merak ediyorum.) Herhalde töreni yayınlayan Türkmax kanalı bir daha böyle hataya düşmez.Seyirciye de ayıp.Koskoca ödül sahipleri, sinemasever salonda izlememişken TV başında biz niye izleyelim. Gerçekten ama gerçekten izlemekle kaybettiğim zamanıma üzüldüm.Onun yerine Reha Erdem’in izlemediğim bir filmini izlerdim.
Sayın SİYAD yetkilileri ve çok değerli Atilla abim(Atilla Dorsay’ı kastediyorum…Kendisiyle Antalya’da fotoğraf çektirmişliğim de vardır hani) bu törene biraz daha izlenebilirlik katılmalı.Şimdi hatırladım..Gecede çalan bir grup vardı.İstanbul Arabesk Project gibi bir adı var.Gerçekten çok kötüydüler..Grup iyi olabilir ama cover ettikleri parçaları dinleyemedim ve kanal değiştirdim..Önce bir filmde Metin Akpınar ve İbrahim Tatlıses’in söylediği parçayı dinledik ardından da aynı parçayı grubumuz söyledi…Allah aşkına bir karşılaştırın kim daha güzel söyledi…Ama hakkını yememek gerek…Programın başındaki müzik harikaydı.
Kısacası bunları yazmasaydım çatlayacaktım.Radikal’den Kemal Yılmaz’ın yazısını da okuyunca ben de yazayım artık dedim.SİYAD, konusunda tekeli elinde bulunduruyor.Bunu sinemaseverlerin faydasına kullanmalı ve kullanırken de izleyiciye değer vermeli.Kendisine yakışır bir tören düzenlemeli.Bunlar alay etmek için yazmıyorum, gerçekten bu törenin daha karakterli olmasını canı gönülden istediğim için yazıyorum.Kimse alınmasın.
MEHMET
6.Dağ Filmleri Festivali
Yayınlandı: Mart 2, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:6.dağ filmleri festivali, dağ filmleri
If Film Festivali Devam Ediyor…
Yayınlandı: Şubat 23, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:if ankara, if ankara özel, if istanbul
If İstanbul: 17 – 27 Şubat 2011 If Ankara: 2 – 6 Mart 2011
Bilgi İçin: http://2011.ifistanbul.com/ Bilet İçin: http://www.mybilet.com/if2011.php
Tavsiye filmler için If Ankara 2011 Özel Sayfamıza Bakınız
Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak
Yayınlandı: Şubat 21, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *Filmler, *Türk FilmleriEtiketler:Claudia Cardinale, Sinyora Enrica ile İtaylan Olmak
Türk Filmleri İstilası Başlıyor
Yayınlandı: Şubat 17, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in YazılarıEtiketler:atlıkarınca, bizim büyük çaresizliğimiz, Derviş Zaim, gölgeler ve suretler, Mahsun Kırmızıgül, Turkey
Türkiye, sinema piyasasında ulusal filmlerin en fazla paya sahip olduğu Avrupa ülkesi ünvanını geçen yıl da koruduğunu ve Türk yapımı sinema filmlerinin pazar payının geçen yıl yüzde 52,9 olarak kaydedildiğini duyurmuştuk. Komedi ağırlıklı filmlerimizin yüksek gişe rakamlarına ulaştığı ülkemizde bu yıl komedi dışında da iddialı filmler çekildi. Bir kaç ay içinde vizyona girecek birçok Türk filmi var. Televizyondan tanıdığımız ünlüleri de sinemaya transfer eden sektör dur durak dinlemeden yoluna devam ediyor. 10 yıl önce kim derdi ki Mahsun Kırmızıgül ve Özcan Deniz yönetmen koltuğuna oturup film çekecek ve gişe rekorları kıracak. Gülerdik bunu diyene. Ama sinemamız bizi şaşırtmaya devam ediyor. Tabii o kadar çok filmimiz vizyona girince biraz seçici olmamız da şart oluyor. Benim şu an beklediğim filmler Derviş Zaim’im Gölgeler ve Suretler, Seyfi Teoman’ın Bizim Büyük Çaresizliğimiz ve İlksen Başarır’ın Atlıkarınca filmleri…Herkese şimdiden tavsiye ederim…
Kısacası yakında her kesime, her tada, her yaşa hitap edecek filmlerimiz vizyona girecek…Seçim sizin…
MEHMET
“YAŞAMAYA DEĞER” İzlenmeye Değer
Yayınlandı: Şubat 17, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:yaşamaya değer
Paris’in burjuva semtlerinden birinde zengin ailelerinin yaşadığı bir apartman, filmin mekanı. Apartmandaki soylu kişiler arasında hiçbir diyalog yok. Öyle ki, apartmanın sakinleri, 27 yıllık kapıcılarının isimlerini dahi bilemeyecek kadar asosyal bir burjuva topluluğu… Gerçekten, insanüstü bir ‘sakin’lik… Böyle bir yerde, Paloma’nın (filmin küçük kız oyuncusu) hayata bakışı nasıl olabilir? Hayat, boş, anlamsız bir oyun gibi bir şey onun için. Yaşamaya değer mi? Paloma, böyle bir hayata sarılıp da sonra ani bir kalp kriziyle ölmeyi yeğlemiyor ve 12.yaş gününde intiharı hedefliyor kendine, 165 gün sonrasını…
Apartmanın kapıcısı Renee, ellilerinde bir kadın… Yaşlılığını ve çirkinliğini kabul etmiş, ‘böyle geçmiş böyle gider’ diyen kendi halinde bir kadın. Bir kapıcıya göreyse, beklenmedik bir kitap tutkusu var. küçücük evinin bir odası sadece kitaplara ayrılmış… Paloma ve Renee’nin hayatı aslında aynı apartmanda olsalar bile, binaya yeni taşınan Japon bir adamın vesilesiyle oluyor. Daha öncesinde Pamola, dışa kapalı bir ailenin kızı, Renee ise kapıcı olduğu için fark edilmeyen biriydi. Japon adamın Pamola’yla, Renee’yle yakın ilişki kurdu. Pamola hayatı keşfetmeye başladı, Renee ise kapıcı olmanın haricinde başka vasıflarının da olabileceğini…
Filmi tamamen anlatarak, basit kelimelerle değerini düşürme niyetinde değilim fazla… O yüzden, izlenmeye değer bir film diyerek bitireyim…
FATİH
İran’lı Yönetmen Cafer Panahi’den Mektup
Yayınlandı: Şubat 16, 2011 / ***Tüm Yazılar, *HaberlerEtiketler:Berlin, Berlin International Film Festival, cafer panahi, circle, iran sineması, Jafar Panahi, offside, panahi
Ofsayt, Ayna ve Daire gibi ödüllü filmlerin sahibi ve şu anda İran’da tutuklu bulunan yönetmen Cafer Panahi, davetlisi olduğu fakat katılamadığı 61. Berlin Film Festivali’ne bir mektup gönderdi. Sistem karşıtı propoganda yaptığı gerekçesiyle altı yıl tutukluluğa ve yirmi yıl film yapmamaya mahkum edilen Panahi mektubunda, rüyalarını filme dönüştürmeye hayallerinde devam edeceğini söyledi. İşte mektubun tam metni:
“Bir yönetmenin dünyası gerçeklik ve hayaller arasındaki etkileşimle çizilir. Yönetmen gerçeği kullanır, ondan ilham alır, onu hayal gücünün renkleriyle boyar ve hayalleri ile umutlarının projeksiyonundan bir film yaratır.
Gerçekte, ben son beş yıldır film yapmaktan alıkonulmaktaydım, şimdi ise tam yirmi yıl bundan yoksun bırakılmaya resmen mahkum oldum. Ama ben rüyalarımı filme dönüştürmeye hayallerimde devam edeceğim. Sosyal farkındalığa sahip bir yönetmen olarak şu an halkımın günlük problemlerini ve endişelerini sergilememin mümkün olmadığını kabul ediyorum; ama yirmi yıl sonra tüm sorunların biteceği düşünden vazgeçemiyorum. İşte o zaman ülkemdeki barış ve refah hakkında filmler yapıyor olacağım.
Kadınların bir kısmı, kalabalık arasından farkedilmeden girmeyi başarsa da bazıları, polisin dikkatini çeker ve stadın dışında bir yere, maç bitene kadar göz altında tutulmak üzere götürülürler. Hayattaki, belki de en büyük istekleri olan, o maçı stadyumda canlı canlı izleyebilme şansını malesef ki kaybetmişlerdir.
İran’da kadının toplumdaki yeri üzerine yapılmış espiri dolu, çok keyifli bir film olan Ofsayt, yönetmeni Jafar Panahi‘ye 2006 Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü getirmişti.
DAİRE (2000): Film, erkeklerin dünyasında (şehrinde) varolmaya çalışan kadınların ve kız çocuk dünyaya getiren annelerin dünyasını ele alıyor. Bir kadın doğum yapar ve başına gelecekleri bilmeden bir kız çocuk dünyaya getirir…Bu olay çağdaş Tahran manzaralarından sadece ilkidir.
“Ama bu boğucu dünya “daire”deki kadınların umudunu söndürmez”
İran Sineması’nın önemli yönetmenlerinden Cafer Panahi filmini bir gazete haberinden yola çıkarak yapmış. Film İran’da yaşayan kadınlardan yola çıkarak yeryüzündeki kadınları anlatıyor ve bunun için de daire sembolünü kullanıyor.
Annemler Tatilde/Beynelmilel: Acı Aynı Acı
Yayınlandı: Şubat 14, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:annemler tatilde, beynelmilel, brezilya 1970, cao hamburger, darbe, franco, gezici festival, Sinan Çetin, sırrı süreyya önder
Planlı olarak olmasa da birkaç gün arayla önce çok sevdiğim yönetmen/yazar Sırrı Süreyye Önder’in Beynelmilel filmini (kimse daha yeni mi seyrediyorsun demesin sakın..eşime izlettirmek için ben de tekrar izledim..) daha sonra da 2006 Brezilya yapımı “Annemler Tatilde (The Year My Parents Went On Vacation)” filmini izledim. İkinci filmi izlerken sanki Sırrı abinin filmini tekrar izliyorum gibi oldum. Sebebi şu; Beynelmilel malumu olduğu üzere 80 darbesinin arefesinde sokağa çıkmama, “lorke lorke” parçasını çalmama, enternasyonel müziğini dinlememe gibi bir çok yasağın ve baskının uygulandığı bir dönemde geçimi sağlamaya çalışan bir grup düğün çalgıcısının ekmeklerini kazanma çabalarını merkezine alırken darbenin ve darbecilerin insanları nasıl sindirdiğine, Sinan Çetin’in “Mutlu Ol Bu Bir Emirdir” adlı kısa filminde bahsettiği gibi bazı komik yasaklarla kendilerini nasıl komik duruma düşürdüklerine değiniyor. Karşılıklı olarak ideoloji avına çıkıldığı bir dönemde Sırrı abinin dediği gibi muktedirlerin tehlikeli buldukları şeylerin içini boşaltarak imha ettiği, insanların kendileri gibi düşünmeyenlerin canına kıydığı, daha vahimi statükonun ne sağ ne sol hiçbir ayrım yapmadan bu kıyıma katkı yaptığı bir dönemin acılarının hala yürekte olduğunu gösteren bir film Beynelmilel. Bizi geçmişe götürüp “Ne gerek vardı” dedirten bir film…
“Annemler Tatilde” ise başka bir ülkede hatta başka bir kıtada Türkiye’dekine benzer olayların yaşandığı bir dönemi anlatıyor. 1970’in Brezilyasın’da 12 yaşındaki Mauro’nun Katolik annesi ve Yahudi olan babasının, Mauro’yu dedesine bırakarak rejimden kaçma (tatile gitme) ve Mauro’nun onları sabırsızlıkla beklemesini konu edinen bir film. Mauro ailesinin tatilden dönmesini beklerken günlerini 1970 Dünya Kupası’nda Brezilya maçlarını takip ederek geçirir. Brezilya üçüncü kez kupayı alır fakat Mauro sevinemez çünkü ailesi dönmemiştir. Ve sonunda dönen sadece annesi olur. “Annemler Tatilde” konusuna hakim, vermek istediği mesajı dağıtmadan sadece diktatör rejimlerin acımasızca hayatlarla oynadığını ve arkada acılı çocukların kalacağını hesaba katmadan nasıl can aldığını duygusal bir yolla anlatmayı başarmış. Brezilya’nın büyük tutkusu futbolu da filmin merkezine alan yönetmen, bu oyunun nasıl da “darbe marbe” dinlemeden insanların ilgisini çektiğine de üstü kapalı atıfta bulunmuş ve bize İspanyol diktatör Franco’nun halkını futbol ve fiestayla uyuttuğu dönemleri hatırlatmıştır. Filmin, balkonları komşu iki dairenin içinde yaşananları tek karede topladığı sahnesiyle, halkın farklı kesimlerinin maç izlerken aldıkları halleri gösteren sahneleri gerçekten izlemeye değer. Müzikleri de insanı filmin içine çekecek seviyede ve güzellikteydi.
Filmleri izledikten sonra aklıma bir şey daha geldi. Hem Beynelmilel hem de Annemler Tatilde filmleri 16.Gezici Film Festivali’nin darbe filmleri bölümünde gösterilmişti. İki film de birbirine o kadar çok benziyor ki, bu bana artık evrenselleşen sinemada bazı hassasiyetlerin ortak olarak yaşandığını anımsattı. Her iki filmde de duygusallığın ön planda olması ve baskının insanlar üzerindeki etkilerini bir çocuk ve çalgıcı takımı üzerinden işlemesi filmleri etkileyici ve iz bırakan bir şekle bürümüştür. Aynı acının farklı kıtalarda ve farklı şekillerde nasıl yaşandığını bize gösteren bu iki filmi arka arkaya izleyip düşünmek gerek.
“Keşke Olmasaydı”……..
MEHMET
Gişede 6. Sıradayız
Yayınlandı: Şubat 11, 2011 / ***Tüm Yazılar, *HaberlerEtiketler:Strasbourg, Turkey
Avrupa Konseyi Görsel ve İşitsel Yayımlar Gözlemevi tarafından bu sabah Strasbourg’da açıklanan verilere göre, geçen yıl Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde toplam 1 milyar 196 milyon 600 bin adet sinema bileti satıldı. En fazla sinema bileti satılan ülkeler sırasıyla Fransa (206,5 milyon), İngiltere (169,2 milyon), Rusya (165,5 milyon), Almanya (126,6 milyon), İtalya (123,4 milyon) ve Türkiye (41,1 milyon) oldu. Türkiye’de 2009 yılında 36,9 milyon adet sinema bileti satılmıştı.
Avrupa Konseyi verileri, geçen yıl Türkiye’deki sinema bileti satışlarından elde edilen gelirin ise 380 milyon 200 bin Türk Lirası olduğunu bildirdi. Bu oran 2009 yılında 308,2 milyon Türk lirası olarak kaydedilmişti.
Öte yandan, Türkiye, sinema piyasasında ulusal filmlerin en fazla paya sahip olduğu Avrupa ülkesi ünvanını geçen yıl da korudu. Türk yapımı sinema filmlerinin pazar payı geçen yıl yüzde 52,9 olarak kaydedildi. Türkiye’yi bu alanda sırasıyla Fransa (yüzde 35,5), Çek Cumhuriyeti (yüzde 34,8), İtalya (yüzde 32) ve Finlandiya (yüzde 27) izliyor.
Kaynak: ntvmsnbc.com
İstanbul Modern/Kanada Filmleri
Yayınlandı: Şubat 10, 2011 / ***Tüm Yazılar, *SeçkilerEtiketler:annemi öldürdüm, istanbul modern, kanada, Woody Harrelson
İstanbul Modern Sinema, Kanada Büyükelçiliği işbirliği ile Kanada sinemasının son yıllarından kimlik odaklı filmler sunuyor. Modern hayatın tanımladığı kimlik biçimleri, arayışları ve sancıları üzerine kurulu bu programda Woody Harrelson’ın oynadığı Muhafız’dan son bir yıldır katıldığı her festivalden ödülle dönen Annemi Öldürdüm’e uzanan altı film yer alıyor.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.istanbulmodern.org/
Tron Efsanesi
Yayınlandı: Şubat 8, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *Animasyon FilmlerEtiketler:jeff bridges, tron, tron efsanesi
Bu pazarlama tekniğini geçen sene de duymuştuk. Film değil ayrı bir dünya. Aynı slogan ile gittiğimiz “Avatar” benim açımdan tatminkardı. Eğlendiriyordu ve bir felsefesi de vardı. Aynı düşük beklenti düzeyini koruyarak Tron‘a da gittim. Aynı duygular içerisinde sinema salonundan çıktım. Film kendi tasarladığı bilgisayar oyunu içerisinde hapsolmuş babasını kurtarmak amacı ile oyunun içerisine dalan Sam Flynn üzerine kurulu. Hikaye bilindik temaları içerse de, ana felsefe çok vurucu. Özellikle benim gibi 80li yıllarda çocuk olmuş ve atari salonları ile bir şekilde ilişkiye geçmiş birisi için, o oyunun içinde kullanıcı sıfatıyla hor görülmek çok sarsıcıydı. Zaten eve geldiğimde saçma sapan bir atari oyunu açıp yenildim, sadece programlara da kazanma hakkını vermek için. Onların da kaybettikleri için üzülebilecek organizmalar olması fikri her ne kadar imkansız olsa da ilgi çekici ve sarsıcıydı.
Bu fikirler içerisinde olduğum için; demek ki film seyriciyi içerisine çok rahat çekebiliyor. Bunda, iddalı olduğu görselliğin payı büyük. Havada çıkan motorların her ayrıntısına kadar özentili, ışın ilüstrasyonları muhteşemdi. Aynı özen Tron’un dünyasındaki her ayrıntıda mevcuttu. 80lerin atari oyunları, canlanıp bu hallerini görseler emin olun mutluluktan ağlardı. 3D için oldukça uygun olan bu paralel evrende biraz daha ayrıntıları gözümüze soksalar daha mutlu olurdum. Zira filmin dünyada geçen ilk yarısı (giriş kısmındaki uyarıda olduğu gibi) 2D çekilmişti ve gözlüğümü bi kenara bırakıp seyretmenin tadını çıkardım.
Filmin görselliğindeki aynı özenin en ufak bir kırıntısı oyunculuk ve senrayoda yoktu ne yazık ki. Sanki bütün oyuncular, “Aman nasıl olsa efektler yeterince iyi biz işimizi yapalım, ne gerek var ekstra özene” mantığında oynamışlar. Hepsi ayrı bir salaş, ayrı bir karikatür. Özellikle Jeff Bridges oyunculuğu ile balık baştan kokar dedirtiyor. Bu hali ile “True Grit” filmine olan ilgimi bile yitirmeme neden olduğunu söylemem gerek. Hele bir de joker taklidi karakter vardı ki filmde, boğasım geldi. Çok şükür yönetmen de aynı şekilde düşünmüş olacak ki, yaptığı hatayı anlayıp 10 dakikadan fazla sahne vermemiş.
Senaryo da ayrı bir facia. Tamamı klişelerden oluşan hali ile, ana felsefesi olmasa, tv için yapılan D sınıfı işlerden ayırt etmek zor. Arada alakasız çıkan, kötü karakterin tek cümlelik replikleri; her konuşmayı daha başlamadan tahmin edebilmemizi sağlayan, 80lerin yeşilçam filmlerini andıran diyaloglar; her repliğin, kahramanlarımızı bekleyen muhteşem sona bir gönderme yapması. Bir de disk aldatmacası var ki sormayın. Spoiler vermemek adına daha fazla ayrıntı yazmayacağım ama diskin ilk alınma sahnesinde fikrinizi bi yere yazın, filmin sonunda aynı şeyi göreceksiniz.
Sonuç olarak artıları eksilerinden fazla bir film. Hani aslında bu da tartışılır, beklentilerinize göre. Tutarlı diyalogları olan, süpriz bir film arıyorsanız uzak durun. Farklı bir dünya göreyim, bana muhteşem efektler de yeter ise amacınız bir dakika durmayın evde. En yüksek beklentinizi bile karşılayacaktır. İyi seyirler.
Puan: 5/10
CİLASUN
Altyazı Dergisi Okurları Seçti
Yayınlandı: Şubat 7, 2011 / ***Tüm Yazılar, *SeçkilerEtiketler:bal, beyaz bant, gözlerindeki sır, inception, kosmos, let the right one in
Ang Lee’den “The Life of Pi”
Yayınlandı: Şubat 7, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Beklenen Filmler, *HaberlerEtiketler:Ang Lee, Bollywood, Gérard Depardieu, Irrfan Khan, Life of Pi, Yann Martel
Çekimlerine ocak ayında başlanacağı bildirilen “The Life of Pi” için uzun süredir uğraş veren Ang Lee sonunda finansal destek buldu. Yann Martel‘in bir gemi kazasından sonra 227 gün boyunca botun içinde bir bengal kaplanı ile kanan Pi’nin (2002’de Booker Man ödülünü kucaklamıştı) macerasını anlattığı hikayesi için belirlene oyuncu kadrosu da heyecan verici. Pi rolünde Suraj Sharma’yı (Rolü, 3 bin rakip arasından sıyrılmayı başaran 17 yaşındaki Hintli Suraj Sharma aldı.-Sağdaki fotoğrafta-) izleyeceğimiz haberleri gelirken Gerard Depardieu, Irfan Khan ve Adil Hussain gibi ustaların da projede olacağı kesinleşti. Hintli çocuk Pi’nin hikayesinin oyuncuları için Lee’nin Boyle gibi Bollywood‘a yönelmesi de isabetli bir karar olarak görülüyor. (Kaynak: Sinemalife Dergisi)
61.Berlin Film Festivali
Yayınlandı: Şubat 7, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:Alfred Hitchcock, Berlin, Berlin International Film Festival, Cannes, Film festival, Jafar Panahi, Radikal, Rebecca, Semih Kaplanoğlu
Almanya’nın başkenti Berlin’de, 10-20 Şubat 2011 günleri arasında düzenlenecek olan 61. Berlin Film Festivalinde (Berlinale), aralarında yönetmen Seyfi Teoman’ın “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” adlı filminin de bulunduğu 16 film “Altın Ayı” için yarışacak.
Berlinale Direktörü Dieter Kosslick’in de katıldığı bir basın toplantısı ile tanıtılan festival programı çerçevesinde, farklı kategorilerde 58 ülkeden toplam 385 filmin gösterileceği belirtildi.
Türklerin Almanya’ya göçünü konu alan, yönetmenliğini Yasemin Samdereli’nin yaptığı ve Vedat Erincin, Fahri Yıldırım, Aylin Tezel, Lilay Huser ve Demet Gül’ün oynadığı “Almanya-Willkommen in Deutschland” (Almanya-Almanya’ya hoşgeldiniz) adlı film de yarışma dışı gösterilecek filmler arasında yer alıyor. (Kaynak: Bloomberght)
“Sinemalife” Online Sinema Dergisi/Yeni Sayı
Yayınlandı: Şubat 4, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Sinema DergileriEtiketler:sinema life
The King’s Speech
Yayınlandı: Şubat 4, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FilmlerEtiketler:Academy Award, Colin Firth, Elizabeth I of England, George VI of the United Kingdom, John Adams, King's Speech, Tom Hooper
The King’s Speech, Kral 6. George’un konuşma problemi üzerine odaklanan bir film. Kekeme bir adam olan George’un hem kral oluşunu, hem de kral oluşu sırasında konuşmasını düzeltmek için gördüğü terapileri anlatıyor. Bu terapilerde kralımız hem kekemelik sorununun derinliklerine iniyor, hem de bir dost ediniyor.
Yönetmen Tom Hooper için Oscar ve DGA tahminleri yapıldığında ciddi anlamda şaşırmıştım. Çünkü kariyerine baktığınızda genelde televizyon odaklı işler görüyorsunuz. 13 Emmy, 4 Altın Küre alan John Adams; 3 Altın Küre’li Longford ve 9 Emmy, 3 Altın Küre alan Elizabeth I…….
Kapsamlı Değerlendirmeı İçin: http://theoscarboy.com/2011/01/25/the-kings-speech/
Arka Pencere Dergisi Yeni Sayı
Yayınlandı: Şubat 4, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Sinema DergileriEtiketler:arka pencere, sinema dergisi
“The Oscar Boy” 2010 Ödülleri/Oy Verin…
Yayınlandı: Şubat 3, 2011 / ***Tüm Yazılar, *SeçkilerEtiketler:the oscar boy
Türkiye’nin 2010 Vizyon Raporu
Yayınlandı: Şubat 1, 2011 / ***Tüm Yazılar, *HaberlerEtiketler:5 minare, bal, türkiye 2010
Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi Türkiye’nin 2010 yılı vizyon raporunu yayınladı. Gazetenin Genel Yönetmeni Deniz Yavuz tarafından hazırlanan rapora göre, 2010 yılında Türkiye sinemalarında toplam 252 film gösterime girerken (2009: 255, %-1), bu filmler arasındaki Türk filmi sayısı ise 65 oldu (2009: 69, %-6).
Megamind
Yayınlandı: Ocak 23, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *Animasyon FilmlerEtiketler:Brad Pitt, DreamWorks, Jonah Hill, Kung Fu Panda, megamind, Tina Fey, Will Ferrell
Hayal Perdesi Dergisi/Ocak-Şubat
Yayınlandı: Ocak 23, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Sinema DergileriEtiketler:hayal perdesi, ocak şubat
‘Hayal Perdesi’ Online Sinema Dergisi
Yayınlandı: Ocak 16, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Sinema DergileriEtiketler:hayal perdesi, sinema dergisi
Treeless Mountain (Ağaçsız Dağ)-2008
Yayınlandı: Ocak 15, 2011 / ***Tüm Yazılar, *FilmlerEtiketler:treeless mountain
6 yaşındaki cesur Jin, annesi ve tombul kız kardeşi Bin ile Güney Kore’nin Seul şehrinde küçük bir dairede yaşamaktadır. Anneleri gidip onlardan ayrı yaşayan babalarını aramaya karar verdiğinde Jin ve Bin yaz için küçük bir kasabada alkolik teyzeleriyle birlikte yaşamak zorunda kalırlar. Anneleri kızlara domuz bir kumbara verir ve kumbara dolduğunda döneceğine söz verir.
Kızlar için başlarda can sıkıcı bir ayrılık gibi görünen durum büyük teyzelerinin evini kaybetmesiyle hüzünlü bir duruma dönüşür. Anneleri dönmeyi başaramayınca, Jin ve kız kardeşi büyükbabası ve büyükannelerine ait bir çiftliğe taşınmak zorunda kalırlar.
Bu ayrılık yolculuğu boyunca Jin aile bağlarının önemini öğrenir. Büyükannesinin azminden ve sıkı çalışmasından ilham alan Jin kız kardeşi ile ilgilenmenin aslında kalbindeki eksikliği doldurmanın bir yolu olduğunu öğrenir.
Bir Hayatta Kalma Mücadelesi: 127 Saat
Yayınlandı: Ocak 10, 2011 / **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:127 hours, Academy Award, Aron Ralston, buried movie, Danny Boyle, Howl, James Franco, Slumdog Millionaire, Utah
13.Randevu İstanbul Film Festivali’ne 127 Saat filmini izlemek için gitmiştim fakat biletleri tükendiği için bunu başaramamış, onun yerine Biblothek Pascal filmiyle yetinmiştim. Fakat sonunda muradıma erdim ve filmi izleme fırsatını buldum. Slumdog Millionaire filminin ünlü yönetmeni Danny Boyle‘nin son filmi hikayesini gerçek yaşamdan alıyor. Aron Ralston adlı bir dağcının Amerika’da bir kanyonda sıkışmasını ve 127 saat boyunca sıkışan elini kurtarmak için gösterdiği çabayı konu edinen film Ralston’un “Between a Rock and Hard Place” kitabından uyarlanmış. Film şimdiden birçok ödül aldı ve daha da alacağa benziyor. (Aldığı ödülleri ve aday gösterildiği yarışmaları theoscarboy.com adresinden takip edebilirsiniz.)
Filme dönersek… Aron’un(James Franco) şehir izdihamından kaçarak tek başına çıktığı kanyon gezisi gayet güzel başlar. Biryere kadar arabasıyla gittiği yolu bisikletiyle tamamlar. Kanyonda tanıştığı kızlara rehberlik yapar. Neşesi fazlasıyla yerindedir ta ki kayıp düştüğü ve elinin sıkıştığı ana kadar… Aslında filmde burda başlar. Sesini kimseye duyuramayan Aron acaba kurtulabilecek mi? Film bu dakikadan sonra Rodrigo Cortez’in klostrofobik draması Toprak Altında (Buried-2010) filmini hatırlatıyor seyirciye. (Filmde bir tabutta gözlerini açan Amerikalı tır şoförü Paul’un doksan dakika boyunca Iraklı teroristler tarafından kapatılıp gömüldüğü tabuttan çıkma çabasını izliyoruz. Tamamı tabutta geçen film sonuna kadar izleyiciyi heyecan içinde bırakmayı başarmıştı.) 127 Saat’de Aron, Toprak Altında filminin aksine hayallerle geriye dönüş yaşıyor ve mutlu ailesini, arasının iyi olmadığı eski kız arkadaşını, gençliğini ve çocukluğunu hatırlıyor. Azalan suyu (-ki susuz kaldığında hayalini kurduğu Amerikan malı içeceklerin reklamını da es geçmemiş yönetmenimiz-) ve yiyeceğiyle sıkıştığı yerden kurtulma azmini yitirmeyen Aron için tek çare kalıyor: Kolunun bir kısmını kesmek… Sonunda özgürlüğüne kavuşan Aron’un tek hedefi tabii ki geride bıraktığı ihtişamlı şehir hayatı oluyor. Filmin sonunda Aron’un gerçeğini de görüyoruz. Evlenmiş ve çocuğu olmuş. Kolunda metal bir mekanizması var ve tırmanmaya devam ediyor.
James Franco için ayrı bir parantez açmak gerek bence. Örümcek Adam serisi, Kahraman Pilotlar, Tanrının Vadisinde filmlerinden tanıdığımız Franco’nun canlandırdığı ilk gerçek kişi değil bu. Daha önce de Milk ve Howl filmlerinde de gerçek kişilikleri canlandırmıştı. Filmdeki rolü kapmak için Boyle’yi oldukça uğraştırdığını duyduğumuz Franco rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. Zahmetli bir işe talip olan oyuncu performansıyla Oscar ödülünü alırsa şaşırmamak gerek bence.
Filmin müzikleri de oldukça başarılı. Fimin başındaki ve sonundaki parçalar kendisini tekrar ve tekrar dinletmeyi başarıyor. Bildiğim kadarıyla da filmin müzikleri Altın Küre Ödülleri’ne aday olmuş durumda. Fimin bütçesi için 25 milyon dolar rakamı telaffuz ediliyor. Ben hem 127 saat filminin hem de Toprak Altında fiminin – ki bu filmde 17 milyon dolara yapılmış- nasıl bu kadar masraflı olduğuna inanamıyoum. Özellikle Toprak Altında filmi…Sadece ama sadece tabutta geçen bir film nasıl olur da 17 milyon dolara mal olur. Galiba 127 saat filmi için stüdyoda kanyon yeniden inşa edildi. Yoksa bu kadar bütçenin çıkması imkansız.
Film şubatta Türkiye’de vizyona giriyor.
MEHMET
Avrupa Sineması Bloğu – En İyi 10 Film
Yayınlandı: Ocak 9, 2011 / ***Tüm Yazılar, *SeçkilerEtiketler:2010 en iyi filmler, avrupa sineması, bal, fish tank, the ghost writer
Avrupa Sinemasi bloğundaki yazarlar tarafından hazırlanan ve Türkiye’de 2010 yılında gösterilen filmler, düzenlenen festival ve etkinler çerçevesinde izlenen bütün filmlerin değerlendirme kapsamına alındığı listenin en üst sırasında Roman Polanski’nin son filmi The Ghost Writer bulunuyor.
Listeye ulaşmak için: http://www.avrupasinemasi.blogspot.com/2011/01/2010un-en-iyi-avrupa-filmleri
Black Swan
Yayınlandı: Ocak 8, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Smyy'nin Yazıları, *FilmlerEtiketler:Academy Award, Black Swan, Darren Aronofsky, Leon, natalie portman, Oscar, Swan Lake
Leon’u iki kere V For Vendetta’yı üç kere beğeniyle izleyen biri olarak bu filmde de Natalie Portman oyunculuğunu yine konuşturduğunu düşünüyorum. Portman filmde naif bir balerini canlandırıyor. Ama kelimenin tam manasıyla naif.. Hayatında bir tane bile koyu renk barındırmıyor ya da barındıramıyor diyelim. Annesinin de eski bir balerin olmasından dolayı onu tam bir dansçı olarak yetiştirmiş. Ve hayatında son derece baskındır. Nina’nın Kraliçe olarak canlandıracağı “Kuğu Gölü” balesinde beyaz kuğuyu mükemmel bir şekilde başarırken kötülüğün timsali siyah kuğu da zorlanır. Ama Nina’nın arzuladığı tamamen “Kusursuz” bir resital ortaya koymaktır. Bu durum kendi içinde ikilemlere sürüklenmesine sebeb olur. Film zaten bu gelgitleri barındıran tam bir psikolojik gerilim..Bu sene Oscar’da çok büyük ödüller alacağını imdb’nın 8.7 puanı tasdikliyor. Yönetmen koltuğunda da “Darren Aronofsky” var.. Bana göre Aronofsky’ni n “Pi” ile birlikte en iyi filmlerinden biri.. Türkiye’de şubatta gösterimde olacak. Özellikle uzun süredir iyi bir film izlememiş olanlara tavsiye ediyorum..
SMYY
Yaşamın travmatik ve dramatik bir yönünü konu alıyor. Kaza sonucu annelerini kaybetmiş çocuklar ve eşini kaybetmiş bir adamı… Yuvayı sağlam tutabilmesi için üzüntüsünden feragat ederek çocuklarının psikolojilerini iyileştirmeye çalışan bir babanın çabası, üstelik çocuklardan biri bu ölümden kendini sorumlu tutarken hem de…
Beklenmedik bir ölüm. Kaybedilen kişi bir de anneyse, zordur atlatmak bunu. Bir annenin yerini doldurmak çocuk için, tam da ihtiyaç duyulduğu anda, tam da gençliğe adım atarken… Ve eşine ihtiyacı olduğu bu zamanlarda eşini kaybetmesi bir adamın. Film, bu duyguyu vermeye çalışmış.
Bir kent filmi, Cenova. Ailenin, yeni bir hayata başlamak için tercih ettikleri, bir İtalya kenti. Kaotik bir şehir olarak karşımıza çıkıyor Cenova başlangıçta. Dar, tekin olmayan ve tehditkar sokakları, ihtişamlı binaları, otantik gösterimiyle bu atmosfer devam ettiriliyor film boyunca. Yaralı üç yürek, Cenova’yı içselleştirmeye ve birbirlerine tekrar bağlanmaya, erken yaşanan travma sonrası yaşama sarılmaya çalışıyorlar…
Anlatılan, beklenmedik bir ölüm sonrası, şehri değişen bir ailenin tekrar yaşama bağlanması ve iyileşme çabası kısaca…
FATİH
Tangled(Karmakarışık)
Yayınlandı: Ocak 5, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *Animasyon Filmler, *FilmlerEtiketler:Animation, Finding Nemo, Incredibles, Pixar, Shrek, tangled, WALL-E
“Finding Nemo” filminden beri her sene en az bir tane animasyona giderim. Sıkı dost, sevgili, vb. olan ana karakterlerimizin eğlenceli yan karakterlerle bezeli yol maceralarını seyretmek her zaman için çekici gelmiştir. Ta ki “WALL-E” filmini görene kadar. Tek kişilik şovun, tüm klişeleşmiş farklılıkları yıkışı ve final, animasyon standartlarını artık oldukça değiştirmişti. Bu tarihten sonra da yine animasyon seyretmeyi sürdürüyorum, fakat artık beklentilerim farklılaştı.
Bu yüksek beklentiyle, farklı bir masal anlatımı olarak lanse edilen “Tangled” filmine gittim. Fakat yine öncekiler gibi oldukça eğlenceli ama bir o kadar da eski filmlerin taklidi yapıyı görüp, arada bir halde filmden çıktım. “Bolt” filmindeki fırlama güvercinlerin yerini, beyaz donlu yaşlı amca almış, “Cars” filmindeki kasaba sakini arabaları burada ördek yavrusu barının sakinleri oynuyor. Filmin finali bile bu haliyle “Shrek” çakması. Sözüm yan karakterlere değil tabi ki burada. Hepsine ayrı ayrı güldüm, finalde ayrı keyiflendim. Film oldukça temiz çekilmiş, animasyon da çok başarılı. Fakat ben bu hisleri daha öncede yaşamıştım.
Ayrıca filme çocuklarınızla gitmeyin. Sonuçta “Hoodwinked” filmindeki absürt masal anlatımına sahip olmasa da, onlara akşamları anlattığınız naif masal mantığında da değil. Her ne kadar Rapunzel’in kuleden kurtuluşu odaklı bir masal izlesek de, esas oğlanımız prens değil hırsız, cadı da oldukça şefkatli bir anne yeri geldiğinde. Ufaklık filmden çıktığında “Anne/baba bunlar böyle miydi?” diye bir çelişkiye düşebilir. Aslında bu üslup bile abartılmadan, başka bir filmden alıntı. Sonuçta ortaya eğlenceli bir kolaj çıkmış.
Bir de sinema salonları için eleştirim olacak. Filmi 2D olarak izleyebileceğimiz doğru dürüst bir salon mevcut değil. Zaten filmde de, kaynak gözlüğünden bozma 3D gözlüklerini 2 saat boyunca takmamıza değecek bir görsellik mevcut değil. Çok mu çabuk tükettik bu 3D olayını diye düşünüyorum bazen. “Beowulf” filmindeki kurdela sahnesinin görselliğini başka hiçbir filmde yakalayamadım şimdiye kadar. Hele ki esas kızımızın saçları o kadar etkileyici sahne oluşturmaya müsaitken. Sadece 3D adı görünsün diye film yapmaktansa, kaliteli bir 2D yapmaya uğraşsalar daha mutlu olurum kendi adıma. Aynı eleştiri filmin dili ile de geçerli. Orijinal dilde seyretmek istediğimizde, gecenin körü saatler dışında imkanımız yok. Söylenen şarkıların orjinalini de duymak istiyor kulaklarımız.
Finalde, eğlenmek ve çıkınca diğer animasyon filmlerinin beyninizdeki ücra köşesine depolamak için gidilebilir bir film. Bunu garanti ediyor kesinlikle. Fakat bir farklılık beklentisi içerisinde olmayın. Animasyon diyarında farklılık bir klişe olmuş çünkü. Değişen bir şey yok.
PUAN 6/10
CİLASUN
The Bucket List (Şimdi Ya da Asla)-2007
Yayınlandı: Ocak 5, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:jack nicholson, morgan freeman, the bucket list, şimdi yada asla
Birbirinden farklı hayatları olan iki yaşlı adamın, aynı hastane odasında kalmalarıyla başlayan dostluklarını konu edinmiş bir film, Şimdi ya da Asla.
Jack Nicholson’un canlandırdığı Edward, hastanenin sahibi, zengin, kendi tanımlamasıyla da hayatı yaşamayı seven biri. Bu yüzden biraz bencil ve kibirli görünen bir karakter. Morgan Freeman’ın oynadığı Carter ise, bir aile babası, büyükbaba, oto tamircisi, kitap okumayı çok seven, hayatını aile bağlarında, dostluklarda gören bir karakter olarak karşımızda. Ve ikisi de, sonunda hayatlarına mal olacak hastalıktan dolayı aynı hastanenin aynı odasında kader arkadaşlığı yapmak zorunda kalıyorlar.
Carter’ın yapılacaklar listesinin ismi bu kez, “öbür dünya için yapılacaklar” listesi olmuş. Birine karşılıksız iyilik yapmak, gözümüzden yaş gelene kadar gülmek gibi birçok insanın isteyebileceği temennileri yazılı bu listede. Fakat, tam da o anda, doktorundan, ömrünün birkaç ay’dan ibaret kaldığını duyunca, yazmaktan vazgeçiyor, listeyi bırakıyor. Edward ise (onun da birkaç aylık ömrü kalmıştır) bu listeyi okuyor ve “asla çok geç değildir” diyerek, Carter’ı ikna ediyor listedekileri gerçekleştirmeye ve listeye, Fransa’dan Kahire’ye, Himalayalar’a kadar dünyayı turlamak, paraşütle atlamak, hız yarışı yapmak gibi birçok aksiyon ekliyor. Listedekilerin birçoğunu yapıyorlar. Ve bu arada birbirlerini tanıyorlar. Ailelerini. Carter, mutluluğu anlatıyor. Hayatı anlatıyor. Son zamanlarında Edward’ın yaşamak zorunda olduğu mutluluğu.
Bir zaman sonra Carter fenalaşıyor ve ölüyor. Cenaze töreninde Edward’ın Carter için söylediği şu sözleri yazmak gerekir, “O hayatımı kurtardı, üstelik ben bunun farkında bile değildim. Öyle gurur duyuyorumki, bu insan beni anlamak için en değerli anlarını harcadı.” Ardından diğer karakterimizde aynı kaderi paylaşıyor. İkisinin de cesetleri, yakılmış bir şekilde, diledikleri gibi Himalayalar’da küçük teneke kutuların içinde…
FATİH
Empire Dergisi-2010 En İyi 20 Film
Yayınlandı: Ocak 2, 2011 / ***Tüm Yazılar, *SeçkilerEtiketler:empire magazine, winters bone
Empire dergisi yazarları 2010 yılının seçkisini yapmış.Bu seneki en iyi film listeleri büyük oranda tutarlı.
http://www.thebestfilms.net/2011/01/empire-magazine-top-20-films-of-the-year-2010
Başlangıç, Sosyal Ağ, Oyuncak Hikayesi 3 ve Winter’s Bone gibi filmler tüm listelerde yerini aldı.Oscar zamanı yaklaştıkça bu filmlerin isimlerini daha çok duyacağız. Diğer taraftan, listedeki bir çok filmi ülkemizin salonlarında görememek büyük üzüntü bence.(Bu hafta vizyona giren ‘Aslı Gibidir’ filminin de sadece ama sadece 2 sinemada gösterime girmesi sinemaseverler için büyük kayıp)Neyse buyrun, filmlerimize yukarıdaki linkten ulaşabilirsiniz…
Çakal
Yayınlandı: Ocak 1, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:çakal, erhan kozan, erkan can, ismail hacıoğlu
Filmi Altın Portakal Film Festivali’ndeki galasında izlemiştim. Ve filmi festivalde yarışacak kadar başarılı ve iddialı görememiştim ki öyle oldu. Çakal filmi Antalya’dan eli boş döndü. Film hakkında uzun uzadıya bir şeyler yazmak istemiyorum. Boşluktaki kahramanımızın (İsmail Hacıoğlu) ruhsal durumu üzerinden memleketimizin karanlık köşelerini anlatan filmin gişede de pek fazla memnun olmayacağı kanısındayım. Erkan Can‘ı çok fazla filmde görür olduk. Bu filmde olduğu gibi kalitesinden ödün vermesi sevenlerini üzeceğe benziyor.
Filmin artısı olarak İsmail Hacıoğlu’nun performansından bahsedebiliriz. Uğur Polat‘ın “ Her anlamda olgun, oturmuş ve iddialı bir İsmail var Çakal’da. Bugüne kadarki rollerinden her anlamda bir adım önde. Artık sadece genç bir delikanlı değil, derinliği olan, iddialı bir genç adam yansıyor beyazperdeye. Bugüne kadar pek çok projede birlikte rol aldığımız için İsmail’i hep keyifle gözlemledim ve şunu inanarak söyleyebilirim: Çakal, gurur verici bir yeteneğin dönüm noktası.” diyerek övdüğü genç oyuncu gerçekten çıtasını yükseltmeye devam ediyor.
Son olarak değinmek istediğim nokta filmdeki küfürler. İzlediğim en küfürlü Türk filmlerinden biri desem yanılmam herhalde. İnsanı bir noktadan sonra bıktırıyor artık. Sanki senaryonun yarısı küfür. Televizyonda yayınlansa herhalde yarım saatte biter. Kısacası film haftasonu sevdikleriyle stres atmak ve eğlenmek için sinemaya gitmeyi düşünenler için son tercih olmalı.
MEHMET
Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor
Yayınlandı: Aralık 28, 2010 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:amcam önceki hayatlarını hatırlıyor, Tim Burton, Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives
2010 Altın Palmiye ödülünü alan film hakkında söyleyebileceğim çok bir şey yok…Blogda sanatsal filmlerin tanıtımlarını yapmama ve kendilerine bağımsız sinemadan filmler izletmeme kızan arkadaşlarıma hak verdirtecek derecede sıkkın ve bıkkın bir filmdi. Çözemedim filmi…İzleyin dersem bana küfür edeceğinizden korktuğum için demiyorum. Tim Burton’a göre ‘Güzel, tuhaf bir rüya gibi’…Bana göre kabus…Gerildim filmi izlerken.
Bu arada Recep İvedik’in yeni filmi ne zaman vizyonda!!!!!
İlla ki bu film hakkında ciddi yorum okumak isteyen varsa, buyursun:
http://www.hayalperdesi.net/vizyon-kritik/31-ormanin-hayati.aspx
MEHMET
Şehrimiz yeni bir festivale daha kapılarını açıyor. Kültür Sanat Girişimleri Derneği‘nin düzenleyeceği Sense Of North; Kuzey Avrupa ülkeleri film gösterimlerini ve bu gösterimler boyunca yapılacak çeşitli konserler ile panelleri içeren festival projesidir.
Sense of North; Şubat 2011 tarihinin son haftasında (21-28 Şubat 2011) Beyoğlu Sineması’nda başlayacak ve yıl boyu çeşitli etkinliklerle sürecek olan bir film festivali olarak tasarlanmıştır.
Sense of North; 2011 yılı Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Kasım, Aralık ve 2012 yılı Ocak, Şubat, Mart aylarının son haftasında gerçekleşir ve her ay için özel olarak seçilmiş kuzey ülkesi sinemasına odaklanan bir film seçkisi sunar.
Her ayın son haftasında yapılan ve seçilen kuzey ülkesinden çarpıcı film örneklerini bünyesinde barındıran Sense of North, sinema severlerin memnuniyetini en önemli kriter olarak belirlemiştir. Bu doğrultuda; animasyondan belgesele, dramdan korku ve komediye kadar birçok türde filmi içinde barındıran geniş bir yelpazeye sahiptir.
Sense of North dahilindeki gösterimler aynı zamanda konuk ülkeden gelen yönetmelerin de iştiraki ile gerçekleşir ve bu doğrultuda festival, sinema severlerin filmi yönetmeni ile beraber izlemesi adına ortak alan oluşturur.
Sense of North; sinema severlerin gelişen ve değişen film tercihlerini gözeten, film izleme alışkanlıklarının farklılaştığını kavrayan bir etkinlik yaratmak için yola çıkmıştır. Sinematek yapısı ve bilincini bu anlamda yeniden gündeme getirecek olan Sense of North, katılımcıların filmleri ücretsiz izleyebildikleri ‘ücret dışı’ bir festivaldir.
Sense of North; ücret dışı olmasına rağmen genç üniversite öğrencilerinin, festival takipçilerinin, eğitimli kitlenin, sektör profesyonelleri ve öğretim görevlilerinin ve güncel gelişmeleri yakından takip eden sanatseverlerin bir araya gelip fikir alışverişinde bulunduğu kaliteli platformlar sunar.
Sense of North; film gösterimlerinin yanısıra müzik, tasarım, edebiyat, söyleşi gibi modern disiplinlere de önem verir ve bu doğrultuda sanatçıların kendilerini ifade edebilecekleri imkanlar yaratır.
The Oscar Boy
Yayınlandı: Aralık 20, 2010 / ***Tüm Yazılar, *HaberlerEtiketler:Anne Hathaway, the oscar boy
www.theoscarboy.com yıl içindeki festivalleri ve ödülleri takip eden başarılı bir site.Yıl içinde ödülden ödüle koşan filmleri buradan takip edebilirsiniz. Birçoğu Türkiye’ye uğramayan filmlerden haberdar olmak için güzel bir kaynak…
Serbest Bölge(Free Zone)(2005)
Yayınlandı: Aralık 20, 2010 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:Amos Gitai, free zone, natalie portman, serbest bölge
‘Modern İsrail’in toplumsal gerçeklerine yönelttiği eleştirilerle tanınan ve bu tutumundan dolayı 1982-94 yılları arasında yurtdışında gönüllü bir sürgün hayatı yaşayan ünlü yönetmen’ Amos Gitai’nin İsrail-Filistin olaylarına alegorik bakış açısıyla yaklaştığı filmi Serbest Bölge(Free Zone-2005) izleyiciyi uzun bir yolculuğa çıkartıyor. Bir yol filmi olan Serbest Bölge’yi izleyenlere Ortadoğu’daki meseleleri düşünme fırsatı veriyor. Anlatımındaki derinlik izleyiciyi yorsa da Amerikalı, İsrailli ve Filistinli üç bayan üzerinden meseleler başarılı bir şekilde işleniyor.Natalie Portman’ın 7 dakikalık ağlama sahnesi ve arkasında çalan Had Gadya şarkısının sözleri filmi ve bu bölgedeki durumu özetler nitelikte ve kesinlikle izlenmeye değer.
MEHMET
http://www.gencsinema.com/film/6746/serbest-bolge
13.Uluslararası Randevu İstanbul Film Festivali
Yayınlandı: Aralık 19, 2010 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:127 hours, randevu istanbul, tursak
“Cannes, Berlin, Toronto gibi dünyanın en önemli festivallerinden ödüllerle dönmüş, seyircinin büyük beğenisini kazanmış filmlerin yanı sıra bağımsız yapımlar, belgeseller ve yıllardır takipçisi olduğumuz yönetmenlerin son filmlerine yer veren “Randevu İstanbul” perdelerini olağanüstü bir filmle açacak!
Milyoner”, “Trainspotting”, “Kumsal” ve “28 Gün Sonra” gibi unutulmaz filmlerin Oscar ödüllü usta yönetmeni DANNY BOYLE’un heyecanla beklenen ve seyirciyle buluşmasını takiben Independent Spirit ve Satellite Ödüllerine pek çok farklı kategoride aday gösterilen son filmi 127 SAAT, Utah’ta ıssız bir kanyonda kaya tırmanışı yaparken büyük bir kaya parçasının kolu üzerine düşmesiyle mahsur kalan Aron Ralston’un yaşanmış öyküsünü beyazperdeye taşıyor.
Danny Boyle’un eşsiz gerilim yaratma gücüyle, seyircisini ilk dakikadan öyküsünün içine çeken ve finaline dek heyecandan taviz vermeyen 127 SAAT’in başrolünde, “Uluma”, “Süt” ve “Ananas Ekspresi” gibi filmlerde devleşen başarılı oyuncu JAMES FRANCO yer alıyor.
Festival Ayrıntılar:
Prensesin Uykusu
Yayınlandı: Aralık 16, 2010 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *FilmlerEtiketler:Sevinç Erbulak, Turkey
4.Palto Film Günleri
Yayınlandı: Aralık 16, 2010 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:plato film günleri
Yeni Bir Sinema Sitesi:Filmozor
Yayınlandı: Aralık 16, 2010 / ***Tüm Yazılar, *HaberlerEtiketler:filmozor
İllegal
Yayınlandı: Aralık 9, 2010 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:Academy Award, Cannes, Film festival
Belçika’nın bu yılki Oscar aday adayı olan İllegal filminin ana teması mültecilere karşı yapılan zulümler…14 yaşındaki oğlu Ivan ile Belçika’da yasadışı olarak yaşayan Rus Tania üzerinden bu konuya eğilen film yasadışı olanın kişiler mi sistem mi olduğunu sorgulamamıza yardımcı oluyor. Belçika sinemasının tipik “kasvetli hava” modunda çekilen film baştan sona izleyicileri geriyor. Yapılan zulümleri gördükçe daha da rahatsız bir hal alan film bittiğinde sanki size yapılan işkenceler de bitmiş gibi bir duygu yaşatıyor.2010’da Cannes film festivali, Quinzaine Des Realisateurs Bölümünde gösterilmeye hak kazanmış İllegal, Belçikalı yönetmen, Olivier Masset-Depasse’in ikinci uzun metrajlı filmi..(Diğeri “Cages”-Kafesler filmi-2006) Yönetmenin bir röportajında söyledikleri aslında filmi çekme sebebini de gösteriyor:
“Ben Tania’yı değil, fakat insan haklarına saygılı olması beklenen ama hiç de öyle olmayan ülkelerimizdeki, göçmen-tutuklama merkezlerini illegal görüyorum. Sistemin kendisi illegaldir. Bu merkezlerde tutulan mültecilerin büyük bir çoğunluğu, açlıktan, diktatörlükten, ya da savaştan kaçarak aşırı tehlikeli, ve zor bir yolculuk sonucu bize ulaştığında, biz de onları hapishaneye atarak karşılıyoruz. Onlara adi suçlular gibi davranıyoruz.
Pek çok film bu insanların bize kadar ulaşabilmek için nelere göğüs gerebildiklerini işledi. Ben ise, ülkelerine dönsünler diye, bizim onları nelere dayanmak zorunda bıraktığımızı göstermek istedim.Birgün evime sadece 15 km mesafede, böyle bir tutuklu merkezi olduğunu öğrendiğimde, konu hakkında daha çok şey bilmek istedim. Bir gazeteci ve bir insan hakları yasal danışmanı yardımı ile göçmenler, göçmen yakınları, polis ve gardiyanlarla pekçok görüşme yaptık. Bir tutuklu-merkezine girip incelemeler yapmayı başardık. Ayrıca gerçek bir sınır-dışı edilme operasyonuna tanık olmama izin verildi. Filmde gördüklerimizin tümü gerçek hayatta mutlaka meydana gelmiş şeyler. Ayrıca, polis ve gardiyanların da sistemin kurbanları olduklarını göstermeye çalıştım.”
Müziğiyle de öne çıkan film, Amerika Birleşik Devletleri’nden benzer bir durumu yansıtan “The Visitor” filmiden sonra hassasiyetiyle alkışı hakediyor. 16.Gezici Festival 2010 kapsamında Ankara’da gösterilen filmin müziğine ulaşmak için:
http://www.youtube.com/watch?v=D9JU-xx0cwc
MEHMET
Puan:7/10
Yusuf Üçlemesi
Yayınlandı: Aralık 6, 2010 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *Filmler, *Sinema kitaplarıEtiketler:Academy Award, Cannes Film Festival, Semih Kaplanoğlu
Elimdeki set son zamanlarda hazırlanmış en güzel ve en faydalı eserlerden biri. Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi olan “Yumurta, Süt ve Bal” filmleri ve bu filmlerin kamera arkası görüntülerinden oluşan ekstra DVD ile birlikte Semih Kaplanoğlu ile yapılmış nehir söyleşiden oluşan kitap sinemaseverler için hazine değerinde bence. Filmler hakkında uzun uzun konuşmaya gerek yok zaten. Uzun süre konuşuldu ve tartışıldı. Ve son olarak Bal filminin “Altın Ayı” ödülünü alması yönetmenin ne kadar doğru bir iş yaptığının göstergesi oldu. Bir sinemasever olarak kamera arkası görüntüleri izlemek ufkumu oldukça genişletti. Bir iki saatte izlediğimiz bir filmin yapım aşamasının ne kadar zor olduğunu gördüm. Senaryo üzerine çalışmalar, storyboard çizimleri (Her yönetmen kullanmaz bunu), çekilecek mekanların seçimi, oyuncu seçimleri gerçekten emek isteyen süreçler. Kamera arkası görüntüleri özellikle izlemenizi öneririm. Kitaba gelince…Kitapta Semih Kaplanoğlu’nun sinema olarak ve kişisel özellikler olarak gelişimine an be an tanık oluyorsunuz. Daha 1-2 yaşlarında gittiği sinemaları bile hatırlıyor nerdeyse Kaplanoğlu. Yusuf Üçlemesine gelene kadar geçtiği tüm evreleri, çektiği dizi filmleri, film çekmek için gösterdiği çabaları, Ece Ayhan’la aynı evde paylaştıkları zamanları okuyabiliyoruz kitapta.Kitaptan birkaç alıntı yapayım size:
“Andrey Tarkovski’nin ‘Ayna’ sını söyleyebilirim. ‘Ayna’ benim sinemaya bakışımı altüst etti.Sinemanın nasıl bir şey olabileceğine dair ilk düşüncelerim o filmi izlediğimde oluştu.” (Syf.13)
“…1-2 yaşındayken ve çok net hatırlıyorum beni arabaya bindirmelerini, sinema bahçelerini, beyazperdeyi, orada seyrettiğim filmleri…” (Syf.15)
Bu seti kaçırmayın derim.
MEHMET
National Board of Review (NBR) Ödülleri
Yayınlandı: Aralık 6, 2010 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:David Fincher, Jennifer Lawrence, Jesse Eisenberg, National Board of Review of Motion Pictures, Tim Hetherington
Hangi İnsan Hakları?
Yayınlandı: Aralık 6, 2010 / ***Tüm Yazılar, *FestivallerEtiketler:documentarist, hangi insan kaynakları, Rachel Corrie
Aung San Suu Kyi, Rabiya Kadeer, Rachel Corrie, Pınar Selek aynı salonda buluşuyor! DOCUMENTARIST’in 8-11 Aralık’ta düzenlediği ‘Hangi İnsan Hakları?’ etkinliği kadın hakları ağırlıklı esaslı bir belgesel seçkisi sunuyor.
‘Erkeklerin sevgisi her gün 3 kadını öldürürken’ DOCUMENTARIST bir kez daha soruyor: Hangi İnsan Hakları? Bu başlık altında çoğu Türkiye’de ilk kez gösterilecek olan bir dizi belgeselde dört gün boyunca bu soruya yanıt aranacak. 8-11 Aralık 2010 tarihlerinde düzenlenen etkinlikte, ‘evdeki şiddetle mücadele yöntemleri’ni konu alan panel, aktivist sinemacıları seyirciyle buluşturan söyleşiler, gündelikçilerin katılacağı forum tiyatro gibi yan etkinlikler de gerçekleşecek.
7 Aralık’ta Mircan Kaya‘nın konseriyle açılacak olan ve bu seneki teması ‘kadına yönelik şiddet’ olarak belirlenen Hangi İnsan Hakları?‘ programında, dünyanın ve Türkiye’nin gündeminde yer alan kadınların hikayeleri öne çıkıyor. Yönetmeni Anne Gyrithe Bonne’nin katılımıyla gösterilecek olan Danimarka yapımı “Aung San Suu Kyi: Burma’nın Korkusuz Leydisi” (Aung San Suu Kyi-Lady of No Fear); kendi halkının gözünde kahraman Çin hükümetine göreyse terörist sayılan Uygurların sürgündeki lideri Rabiya Kadeer’i konu alan “Aşkın 10 Şartı” (10 Conditions of Love); 23 yaşında bir İsrail buldozerinin altında can veren Rachel Corrie’nin dünyasını günlükleri ve arkadaşlıklarının tanıklıklarıyla aktaran “Rachel”, İran’daki adalet sisteminin kurbanı olan kadınların konu edildiği “Kefene Sarılı Kadınlar” (Women in Shroud), programda dikkat çeken filmlerden bazıları. Etkinlik kapsamında Pınar Selek üzerine yapılmış “Pınar İçin Adalet, Adalet İçin Pınar” adlı kısa bir belgesel de ilk kez seyirciyle buluşacak.
Detaylı program ve bilgi için:
Accidents Happen
Yayınlandı: Aralık 2, 2010 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:Geena Davis
“Bazen sebepsiz yere kötü şeyler meydana gelir. Bazense bazı şeyler kendi kendine olur.” Türkçeye ‘Şeytan Karışmış’ adıyla çevrilen film bir Amerikan ailesinin başına gelen kazalardan yola çıkıyor. Filmin başında, mutlu bir hayat süren Conway ailesinin yaşadığı trafik kazası aileyi derinden etkiliyor. Küçük kızları kazada ölüyor, bir çocukları (Gene) bitkisel hayatta uzun bir süre yaşamak zorunda kalıyor ve baba da bu sıkıntılara dayanamayıp evi terk ediyor. Film de aslında burada başlıyor. Hayatta kazaların insan yaşamını nasıl etkilediğini ve olayların normal akışından çıkmasına sebep verdiğini gösteriyor bize. Evet çoğu zaman kazalar için bir sebep aramayız. Ama bu ne kadar doğru, bence irdelemek gerek. Filmde iki yaramaz kafadarın (Billy ve Douglas) bir arabadan çaldıkları bowling topunu yola gelişigüzel bırakmaları ve yolun karşısından gelen bir aracın bu topa çarpmamak için direksiyonu kırmasıyla ağaca çarpması ve içindeki adamın ölmesi durumu kaza gibi görünebilir. Bu durum araç için kaza mı gerçekten? Ya da başkalarının hatalarının bir başkasına yansıması mı? İşin garip tarafı araçta ölen kişinin yabancı biri olmaması…Hepsini birleştirdiğimizde karşımıza çıkanları yorumlamaya itiyor film bizi. Geena Davis’e Akademi Ödülü kazandıran film yavaş ilerlese de müzikleri için bile izlenmeyi hak ediyor bence.
MEHMET
The Fisher King
Yayınlandı: Aralık 2, 2010 / ***Tüm Yazılar, **Hakan'ın Yazıları, *FilmlerEtiketler:Anthony Hopkins, Robin Williams, Terry Gilliam, Tim Burton
ODTÜ Psikoloji bölümünde açılan “Portrayal of Mental Ilness in Movies” dersinde önerilen filmlerden biri olduğunu öğrenince izledim bu filmi. Aslında hayal gücü en özgür yönetmen (Tim Burton’la kıyaslayana tekme tokat girişirim) Terry Gilliam’ın filmi olması dolayısıyla izlemeyi ne zamandır düşünüyordum zaten. Hakkında hiçbir şey okumadan filmi açtığımda ne göreyim, Jeff Bridges’lı, Robin Williams’lı bir oyuncu kadrosu. Kaldı ki en iyi oyunculuklarından birini çıkarıyor ikisi de filmde. Robin Williams En İyi Erkek Oyuncu oskarına aday gösteriliyor lakin heykelcik Kuzuların Sessizliği’ndeki Anthony Hopkins’e gidiyor. (Bu iki müthiş performansın aynı sene yarışması büyük talihsizlik olmuş tabii. Bu film müthiş tespitlerin, radikal tezlerin, derinlemesine analizlerin filmi değil. Elbette çok çok zekice replikler, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş muhteşem sahnelerle bezeli ama, öne çıkan özelliği bu değil. Bu filmin en güzel yanı, kavradığımızı sandığımız hayatın ne kadar tuhaf olduğuyla, ve gerçeğin bayraktarlığını yapmaktansa kendimizi bu tuhaflığa bırakmamızın hayatı ne kadar anlamlı kılacağıyla ilgili. Bu film kesinlikle “belki de akıl hastalarının dünyası gerçek, bizimki yanlıştır” ucuzluğuna düşmüyor, veya anti-psikiyatri söylemine başvurmuyor. Sadece o insanları anlamaya, anlamaktan öte, hayatımızda yer açmaya çağırıyor. Ve bunu en sade anlatımla, ama hayal gücünü asla sınırlamadan yapıyor. Bu film izlenmesini en şiddetli tavsiye ettiğim ama hakkında en az şey söylediğim film, çünkü söylenecek fazla söz bırakmıyor.
HAKAN
1962 yılının Hong Kong’u… Yerel bir gazetenin yazı işleri müdürü olan Chau ve eşi, Şangaylıların yaşadığı bir apartmana taşınırlar. Chau, taşınma gününde burada yeni kapı komşusu Li-Chun ile tanışır. Her ikisinin de eşlerinin yardımı olmaksızın eşya taşıyor olmaları ilginç bir tesadüftür. Li-Chun ve Chau, eşlerinin işte oldukları zamanı birlikte geçirmeye ve gitgide daha iyi arkadaş olmaya başlarlar. Neden sonra anlarlar ki, aslında ikisinin eşleri arasında bir ilişki vardır ve aldatılmaktadırlar.
Durumu keşfetmek, onları aşk hayatlarını yeniden gözden geçirmeye ve birbirlerinden destek almaya itecektir
Çağan Irmak‘tan sıcacık bir öykü daha…Küçük bir çocuk gibi hayallere dalmaya devam ediyor Irmak. Bu sefer uyuyan prensesimizi uyandırmak için uğraşıyor. Her zamankinin tersine bu sefer uyutmak için değil uyandırmak için masal anlatıyor. Filmin hep gülen yüzlü kahramanı Aziz…Hep gülüyor. “Benim yüzüm böyle.” diyor soranlara. Kütüphanede çalışan Aziz’in üst katına birgün yeni birileri taşınıyor. Küçük bir kız yani prensesimiz ve annesi…Ve küçük kız bir gün “eski bir dost”un eve gelmesiyle çıkan hengamede uykuya dalıyor ve hikayemiz de başlıyor. Masal dememiz yanlış değil aslında. Filmde kitaplardan çıkan hayvanlar ve kötü yaratıklar bile var..Hatta bizi şaşırtacak, film mi değişti dedirtecek geçişler var. Çağlar Çorumlu’nun (Aziz) performansıyla göz doldurduğu filmde yaşlı kurt Genco Erkal de “Pazar:Bir Ticaret Masalı”nda olduğu gibi yan rol olmasına rağmen döktürüyor. Çağan Irmak’tan yüzümüzdeki tebessümü almadan hüzünlendiren bir film….
Filmin müziklerine de ayrıca değinmek gerek. REDD grubu filmin adını taşıyan bir parça hazırlamış. Hikaye örgüsünde de sıklıkla geçen grup yardımcı oyuncu gibi. Fakat filmin düğüm noktasında filme girip çıkmaları bence hoş olmamış. Masal birden bölünüyor sanki. Ama her şeye rağmen başarılı bir film.Çağan Irmak filmleri arasında en iyi açılış yapan film oldu. Fısıltı gazetesiyle bakalım gişe sonuçları ne olacak.
MEHMET
Kalıtsal özellikler nasıl her yeni doğan çocuğun birbirinden farklı olmasını sağlıyorsa, kişinin ait bulunduğu kültür ortamı da bu doğal farklılıkların artmasına ya da azalmasına neden olmaktadır. Bu yıl içinde bazı yabancı ülkelerde vizyona giren “Babies” (Bebekler) belgeselinde anlatılmak istenenler aslında biraz önce söylediğim faktörün güzel bir örneği olmuştur. Belgeselde Namibya, Japonya, Moğolistan ve Amerika Birleşik Devletleri’nden dört bebeğin doğum öncesinden emeklemeye başladığı döneme kadar olan süreci toplumsal kültür farklılıklarını ele alarak anlatıyor.
Geri kalmış Afrika ülkesindeki bir bebek kıyafet giyme ihtiyacı bile duymazken, Japonya’daki bebek yürümeye başladığında, öğretildiği gibi kafasına geleneksel Japon şapkasını takma zorunluluğu hissediyor. Moğolistan’daki bebek vahşi hayvanlara karşı soğukkanlı davranabilirken, Amerika’daki bebek çağdaş yöntemlerle yetiştiriliyor. Kısaca, her ülkede kabul gören kültür normları kişinin bebekliğinden itibaren kendisini hissettirip, davranış şekillerini etkilemeye başlıyor.
MEHMET
Amish Grace (Amishler’in Merhameti)
Yayınlandı: Kasım 25, 2010 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:amish grace, amishler
Garip bir topluluk Amishler. Teknolojik gelişmelerin tavan yaptığı günümüzde teknoloji kullanmayı reddediyorlar. Elektrik, internet kullanmıyorlar. Otomobil ve daha çok tarımla uğraşmalarına rağmen traktör de kullanmıyorlar. Hatta çoğu araba kullanmayı bile bilmiyor. İnançlarına göre insanlar basit bir yaşam sürmek için yaratılmışlar. Hristiyanlığı en sade haliyle yaşamaya çalışıyorlar. Kıyafetleri çok sade ve tekdüze. Fazlalık yaptığı için çoğu kıyafetlerinde düğme bile kullanmıyor. Onun yerine çengel kullanıyorlar. Fotoğraf çektirmek inançlarına göre yasak. Genelde topluluk kendi içinde evleniyor. Oy kullanmıyorlar ve hatta vergi ödemiyorlar. Mahkemenin verdiği bir kararla çocukları zorunlu eğitimden muaflar. Kendi dini eğitimlerini veriyorlar. Kısaca günümüzde 200 yıl öncesini yaşıyorlar.
Filmimizde aslında tüm bu anlattıklarımızı görebiliyoruz. Yaşam tarzlarını, dini inanışlarını, uğraşlarını ve insani ilişkilerini açıklıkla bize sunuyor film. Ama filmin asıl konusunu Amishler’in inanışları gereği affedicilikleri üzerine. Köyün tek okulunu sorunlu bir kişi basıyor ve birçok çocuğu öldürüyor. Filmde burada başlıyor. Amishler’in büyükleri çocukları öldüren kişinin evine onu bağışladıklarını belirtmek üzere bir ziyaret gerçekleştiriyor. Fakat ölen çocuklardan birinin annesi bu ziyareti kabullenemeyip evini ve yurdunu terk etmeye kalkıyor. Baba bunun inançlarının gereği olduğunu söylemesi anneyi teselli edemiyor. Anne inancıyla şefkati arasında sıkışıp kalıyor. Hangisinin galip geldiğini ise filmin sonunda öğreniyoruz. Film farklı bir topluluğun içinde hassas bir konuyu incelikle işlediği için izlemeye değer bence…
MEHMET
Filmi izlediğimde Murat Menteş’e hak verdim…..Ne diyordu Menteş:
“”Bazı filmler öyle sürprizli ve esaslı ki, onların konusundan hiç bahsetmemek daha doğru görünüyor…
Sözüme güvenin ve Kærlighed på Film’i seyredin. Adrian Monk’un da dediği gibi “Bana teşekkür edeceksiniz.”
2007, Danimarka yapımı Kærlighed på Film hakkında en isabetli yorumu bence Thomas Hardy [1840 – 1928] yapmış: “İnanılmayacak kadar garip pek çok şey olsa da, [bu filmde] olmayacak kadar garip hiçbir şey yoktur.””
Four Lions
Yayınlandı: Kasım 11, 2010 / **Mehmet'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:chris morris, dört aslan, dört aslan filmi, four lions movie, terör filmi
Komik ajanları, polisleri izlemiştim ama ilk defa komik El Kaide militanlarının filmini izledim. İngiltere’de yaşayan bir grup El Kaide üyesinin intihar eylemlerini planlama sürecini mizahi açıdan anlatan filmin galası bu sene Sundance Film Festivali’nde gerçekleştirilmiş. Yönetmenin birçok terör uzmanı ve müslümanla yaptığı görüşmeler sonucu planladığı film intihar saldırılarının altında yatan ana nedenleri irdelemese de saldırıya hazırlık için kargaya bomba bağlayıp patlatanları, tehdit videosu çekmek için rap müziği kullananları, Pakistan’daki eğitimde yanlışlıkla Bin Ladin’i vuran acemi militanları mizah konusu yapması bakımından oldukça keyifli bir film.Herkesin dediği gibi biz de diyelim: FUNNY
MEHMET
Zamanın Tozu, Theo Angelapoulos’un Üçleme’sinin ikinci filmi. Ağlayan Çayır’daki Eleni’nin acı ve umut dolu hayatı devam ediyor. Aslında umuda yolculuk bitmiyor diyebiliriz… Eleni’yi Sovyetler Birliği’ne kaçmış olarak buluyoruz bu filmde. Onu bulmamızı sağlayan ise, ABD’ye giden eşinin onu almaya gelmiş olması. Ve film bize Eleni’yle birlikte Toronto’dan Berlin’e, Kazakistan’dan Sibirya’ya geniş bir coğrafyada son yarım yüzyıla yolculuk yaptırıyor.
Ağlayan Çayır’da olduğu gibi, sadece bir hikaye değil asıl anlatılmak istenen. Eleni’nin üzerinden son yarım yüzyıla acı ve umut dolu bir yolculuk. Bu yüzden eşiyle buluştuklarında tekrar bir ayrılık onları bekliyordu… Ve Stalin ölmüştü, Ukrayna’dan Sibirya’ya, Kırgızistan’dan Polonya’ya kadar tüm halk yasa davet ediliyor… Ayrılıktan sonra Sibirya’ya sürgün edildi Eleni, bebeğiyle birlikte. Daha sonra bebeğini yakın dostu, sevgilisi Jacob’un kız kardeşine göndermek zorunda kaldı, Berlin’e… Bir gün, tüm Stalin heykellerinin toplatıldığı fark edildi… Sürgün bitmişti, Macaristan’dan Avusturya’ya giriş yapılıyordu artık. Özgür dünyaya belki de. Fakat, sınırlar Jacob’u sevdiğinden ayıracaktı. Ya da ayıramayacak! Jacob, Eleni’yi İsrail’e tercih etmişti ve onun peşinden Almanya’ya yerleşti… Eleni, Kanada sınırında sisler içerisinde görünüyor. Sınırlar, sadece bir çizgi değil çünkü. Buraya gelmesinin sebebi ise, eşini, eski eşini bulmaktı. Buldu ve evliydi müzisyen eşi… Berlin Duvarı yıkılıyor… Yönetmen olan oğlu, annesiyle babasının filminin çekimleriyle ilgileniyordu Berlin’de. Milenyum arefesinde Eleni ve eşi Spyros, Berlin’e geldi. Bunu duyan Jacob da Leipzig’den hemen Berlin’e geliyor, Eleni’sini görmek için. Ve yönetmen, film çekimlerinin arasında tüm aileyi ağırlamak zorunda ve bir de işkolik babasından ve onları terk etmiş annesinden dolayı bunalımdaki küçük Eleni’yle ilgilenmek zorunda. Tüm bunlar eklenince, geçmiş ilişkiler dökülmeye başlıyor. Jacob, Eleni’yi kaybettiğini kendine itiraf eder ve geriye dönüp baktığında, hayatının boşa geçtiğini düşünür. Yapacak tek bir şey kalmıştır onun için. Sessizlikte intihar… Eleni hasta yatağındaydı. Ağlayan Çayır’dan bir söz hatırıma geldi, “Sen uzandın ve ıslak çimlere dokundun. Elini kaldırdığında birkaç damla yuvarlandı ve gözyaşları gibi toprağa düştü…” Eleni’nin elinden birkaç damla yuvarlandı, gözyaşı gibi… Spyros Eleni’sini kaybetti ama torun Eleni’sini kaybetmeye niyeti yoktur.
Angelapoulos, film boyunca sekanslarla ‘flashback’ler yaşatıyor. Zamana göre değil, olayların ilişkilerine göre ilerletilmiş bir film. Ve filmin başında da zaten diyor, “Hiçbir şey sona ermedi. Ermez de…”
FATİH