Eylül, 2011 için arşiv


“New York’un Batı Yakası’nın 72. Cadde’siyle Broadway’in kesiştiği nokta Sherman Meydanı’dır ancak eroin bağımlıları buraya Needle (İğne) Park der.”

Jerry Schatzberg’in 1971 yılının New York’unda geçen ve o yıllarda hakikaten yukarıda belirtildiği gibi “İğne Park” olarak tanımlanan Sherman Meydanı’nındaki eroin bağımlılarını konu edinen yarı belgesel tadında diyebileceğim The Panic in Needle Park filmi çok yalın bir anlatıma sahip. Film “Esrar Bitti” başlığıyla bizde tanınıyor ama ben “İğne Park’ta Uyuşturucusuz Zamanlar” demeyi tercih ediyorum. Filmde yer alan oyuncular dışında İğne Park’ta oynayan pek çok kişi gerçekten oralarda sokaklarda yaşayan, İğne Park’ın müdavimi uyuşturucu bağımlılarıymış.

Film, küçük ölçekte hırsızlıklarla hayatını sürdüren eroin bağımlısı Bobby ile Bobby vasıtasıyla uyuşturucuya alışan Helen’in umutsuz aşkını anlatıyor. Bobby rolünde Al Pacino var ve sinema dünyasındaki ikinci rolü bu film. O kadar başarılı bir performans sunuyor ki Pacino, bundan sonra kaptığı rol Francis Ford Coppola’nın The Godfather/Baba filmindeki sinema severlerin belleklerine adeta kazınacağı Michael karakteri oluyor. Filmde İğne Park’ı Helen’in gözlerinden izliyoruz. Bobby’e olan tutkusuyla uyuşturucu bağımlısına ve bununla beraber uyuşturucu bulabilmek bir sokak fahişesine dönüşen Helen rolünü Kitty Winn üstlenmiş ve 1971 Cannes Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü almış. Uzun uzun her türlü uyuşturucu bağımlılığının kötülüğü üzerine ahkam kesmeyeceğim. Film 1970li yılların New York sokaklarını gerçekten belgesel tadında sergilediği için ilginç ve seyre değer bir film. Ayrıca hemen belirtmeliyim ki The Panic in Needle Park filmi, “İçinden Türk Motifleri Geçen Filmler” kategorimle arşivimizde yerini alan bir filmdir.

Bobby bir minibüsün arkasından çaldığı televizyonu yaşlı bir kadına satmaya çalışırken, kadın 12 dolar veririm dediğinde; Uf bu be! Ne istersen seyredersin bununla. Chicago mu istiyorsun, Chicago’yu seyredersin. Hatta Türk kanalları bile izlenebiliyormuş diyorlar.” diyerek son noktayı koyar ve 25 doları kapar kadından ! (O dönemde tek kanallı televizyon yayınımızın olduğunu eklememe gerek var mı?)

İz Düşüren : AY
http://aydanizlenimler.blogspot.com/2011/09/panic-in-needle-park.html
 (Sinemakentine hoşgeldiniz. MG)

Ülkemizde kendini “tutkulu bir sinemasever” olarak tanımlayan pek çoklarının izlemediği hatta adını bile duymamış olabileceği enteresan bir filmdir. İşin ilginci film, fazla popüler olmamış kült bir film değil aksine 1978 yılında 9 dalda aday olup, “en iyi film” dahil 5 dalda (en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi kurgu ve ses) Oscar kazanmış, sinema tarihinin en iyi filmlerinden biridir! Buna rağmen ülkemizde bu derece bilinmemesi nedeniyle, sanırım en iyi film oscarını kazanmış filmler arasında Türkiye için en “underrated” filmdir. Robert De Niro’nun belli başlı efsane filmleri hemen her hafta ekranlarda dönerken, hatta yaşlılık döneminde sırf para kazanma amacıyla oynadığı uyduruk komediler bile acayip prim yaparken, böyle bir başyapıtın adının bile bilinmemesi beni her zaman şaşırtmıştır. Sinemanın ikinci altın çağı olarak nitelendirilen 70’li yılların sonlarında çekilen filmimiz; savaş öncesi, savaş ve savaş sonrası olarak üçe böldüğü hikayeyi hepsi için birer saatten toplam 3 saatte anlatan ağır bir filmdir. Buna rağmen olağanüstü oyuncu kadrosunun, belki de hepsinin hayatlarının en iyi performanslarını sergilemesi ile izleyiciyi sıkmaz.
Amerika’da küçük bir madenci kasabasında yaşayan yabancı asıllı dört maden işçisinin mutlu hayatları askere çağrılmaları ile bölünür. Vietnam savaşına giden ve hayatları radikal bir şekilde değişen dört arkadaşın vurucu öyküsüdür bu. Basitçe anlatabilmek için bir savaş filmi olarak özetlense de Cimino, ısrarla filmin savaşla değil kişisel krizler yaşayan bireylerle ilgili olduğunu söyler. Savaş filmi diye kestirip atmaya kesinlikle karşı olsam da en etkili savaş karşıtı film olduğu konusunda hemfikirim. Ayrıca film, çekimleri esnasında kanser hastalığının son demlerini yaşayan John Cazale ‘in de son filmidir. Robert De Niro gibi bir oyuncusu olduğu için film, doğal olarak onun adıyla anılır (ki filmdeki oyunculuğu gerçekten muhteşemdir) fakat bence tartışmasız olarak filmin yıldızı Christopher Walken’dır. Canlandırığı karakterin Vietnam’a gitmeden önceki haliyle sonraki hali arasındaki farkı “oyunculukla” bundan daha iyi anlatmak imkansızdır. İzlediğim en etkileyici performansların başındadır ve aldığı yardımcı erkek oyuncu ödülünü fazlasıyla hak etmiştir.
Hollywood’ pek çok filme senarist olarak imza atmış olan Michael Cimino’nun yönettiği ikinci film olan The Deer Hunter’ın bitiş jeneriğinin akmasından hemen önce filmin kahramanları, ironik bir biçimde ve tuhaf bir duygu veren, bayat bir vatanseverlik gösterisiyle “God bless America” isimli milli marş tadındaki şarkıyı söylerler. Pek çok eleştirmen bunu ucuz bir Amerikan propogandası olarak algılar ve filmi eleştirmek için tek silahları olarak bunu kullanırlar fakat benim kanaatime göre yönetmen o sahnede ironi kullanmış ve o perişan hallerinde bile “vatan sağolsun” diyerek, zorla gönderildikleri “onların olmayan” bir savaşta düştükleri  zavallı hallerini anlatmak için bu sahneyi çakmiştir.
Günümüz gençliğinin, “gereksiz romantik komedilerde” veya “ağlak dramlarda”  anne/kaynana rolünde görmeye alışık olduğu Meryl Streep’in gençliğinde nasıl bir afet olduğunu görmek adına da ilginçtir.
Sinema tarihinin en meşhur sahneleri listelense bu filmin iki sahnesi en ufak bir tartışma bile yaşanmadan bu listeye alınır: Bitmek bilmeyen meşhur düğün sahnesi ve savaş esirlerine rus ruleti oynatılan sahneler… En meşhur düğün sahnesi olarak Baba filmindeki düğün sahnesini bilenler filmi izledikten sonra bu bilgilerini güncellesin.
Günümüz filmlerinde bolca kullanılan “foreshadowing” denen metodun yani “bir hikayede ileride olacak herhangi bir olayın önceden küçük ipuçlarıyla belirtilmesi” olayının en sarsıcı örneklerinden biri bu filmdedir. Düğün sahnesinde gelinin gelinliğine damlayan içkinin kırmızı damlaları, ileride yaşanacak vahşetin habercisidir. Film savaşı, savaş sahnelerine boğmadan anlatır. En büyük zevki geyik avlamak olan bir insanın can almanın iğrençliğini anladıktan sonra açık hedefte olan geyiği azad etmesi filmin en can alıcı sahnesidir ve filme adını bu sahne verir.
HAKAN ÖZKAN
(Sinemakentine hoşgeldiniz. Yazılarınızın devamını bekliyoruz. MG)

“Yeni bir Batman felaketi mi geliyor?” Evet bu korkunç soru; benim gibi Tim Burton hayranlarının, kült Batman ve Joker’i, hayallerinde halen daha yaşatıp, yeni Karanlık Şövalye’ye aşağılık bir taklit gibi tavır almalarına sebep olan zihniyeti, uzun zamandan beri kurcalıyordu. Yine “Karanlık Şövalye” gibi çok başarılı eleştiriler alınca, korkuların üzerine gitmek gerekir diyerek salondan içeri girdim. Hem zaten Burton’un Batman’i meşhur, maymunları en kötü filmlerinin içerisinde. Kendi bile beğenmemiş ki devamını çekmemiş. Bu arada o kadar bahsettik ama filmin asıl orijini 70’li yıllara dayanıyor ki bunlar şimdi bile hayranlık uyandıracak eserler. Aslında onların korkusu ile filme gitmemiz gerekliydi. Ama korkmayın, karşınızdaki film yeniden çekim değil. Belki devamı öyle olacak ama en azından bu değil. Daha öncekilerde maymunların hakim olduğu bir gezegende yaşam, onlarla savaş, hatta onlardan kaçış konuları işlenmişti. Bu filmde ise konumuz olayın nasıl başladığı. Belki de yönetmenin dediği gibi, ileriki filmler de tamamen bağımsız olacak ama en azından bu kurgu izleyiciye, olayların öncesine gidilmiş hissi veriyor. Zaten filmin her iki dildeki ismi de bunu doğruluyor. Bu durum, ilk yarım saatte film ile ilgili önyargılarınızı bir kenara koymanızı ve filmin içine girmenizi sağlıyor.
 
Günümüzdeyiz. İnsanlar bilimsel araştırmalar yapıyor, denek olarak maymunları kullanıyorlar ve bu deneyler sonucunda gelişen maymunlar artık isyan vaktidir diye atağa kalkıyor. Çok klişe bir konu olunca, bizim de kurguya, diyaloglara odaklanmadan teknik kısımlara kafa yormamız gerekiyor. Zaten yönetmen de aynı şeyi düşünmüş olmalı ki, oyunculukları hep arka planda tutuyor. Filme gözümüze bir tek James Franco batıyor, ki o da gayet iyi bir oyunculuk çıkarıyor. “127 Saat” filminden sonra bu tarz genel geçer işler kabul edilebilir ama çok devam etmesin. Diğer oyuncular; olsalar da olur olmasalar da. Hele ki esas kızımız niye oynuyor anlayamıyoruz. Veteriner olduğunu sadece ilk sahnede görüyoruz, sonrası umurumuzda değil. Starbucks’da kahve satıcısı olsa da tanışsalar hiçbir şey farketmez. Bu hali ile Freida Pinto’ya yazık olmuş.
 
Gelelim teknik kısımlara. Maymunlar son derece başarılı. Görsellik ön planda ve oyunculuğun eksikliğini son derece başarılı bir şekilde kapatıyor. Daha doğrusu oyunculukta çok güzel rol çalıyor. Kurguda bir takım saçmalıklar var elbet ama bunlar da kabul edilebilir seviyede. Olduk olmadık her şey için orduyu devreye sokan Amerikalılar, hayvanat bahçesinden bozma mekandan kaçan yüz kadar maymunun şehri yakıp yıkmasına sadece seyirci kalıp, üç beş polis arabası ile olayın üstüne gitmesi bunlara bir örnek. Yok, bu pek de kabul edilebilir bir saçmalık değilmiş.
 
Filmin sonu da tam ismine layık bir biçimde bitiyor. Maymunlarla büyük bir kapışma yok. Ortadayız, sonunu nasıl isterseniz bitirin. Durun bu bir Amerikan bağımsızı değil, gişe filmiydi değil mi? Dolayısı ile çok kafa yormayın, devamı gelecek. Karayip korsanlarının bu seneki bölümünde özlemini duyduğumuz deniz savaşlarının, maymun insan halini ikinci de göreceğiz sanıyorum. Sonuç olarak, beklentilerimin düşük olmasının da katkısı ile, filmden memnun ayrıldım. Bu senenin genel hali olarak, teknik açıdan çok başarılı olmasının yanı sıra, senaryo ve kurgu açısından da çok göze batmayan film, gişe canavarları arasında şimdilik en elle tutulur ürün. Benim gibi son dakikaya bıraktıysanız artık salonlarda denk getiremeyebilirsiniz ama dvd olarak da güzel gider. İyi seyirler.
PUAN:8/10
CİLASUN