Aralık, 2010 için arşiv


2010 Altın Palmiye ödülünü alan film hakkında söyleyebileceğim çok bir şey yok…Blogda sanatsal filmlerin tanıtımlarını yapmama ve kendilerine bağımsız sinemadan filmler izletmeme kızan arkadaşlarıma hak verdirtecek derecede sıkkın ve bıkkın bir filmdi. Çözemedim filmi…İzleyin dersem bana küfür edeceğinizden korktuğum için demiyorum. Tim Burton’a göre ‘Güzel, tuhaf bir rüya gibi’…Bana göre kabus…Gerildim filmi izlerken.

Bu arada Recep İvedik’in yeni filmi ne zaman vizyonda!!!!!

İlla ki bu film hakkında ciddi yorum okumak isteyen varsa, buyursun:

http://www.hayalperdesi.net/vizyon-kritik/31-ormanin-hayati.aspx

MEHMET

Sense Of North

Yayınlandı: Aralık 27, 2010 / ***Tüm Yazılar, *Festivaller
Etiketler:

Şehrimiz yeni bir festivale daha kapılarını açıyor. Kültür Sanat Girişimleri Derneği‘nin düzenleyeceği Sense Of North; Kuzey Avrupa ülkeleri film gösterimlerini ve bu gösterimler boyunca yapılacak çeşitli konserler ile panelleri içeren festival projesidir.

Sense of North; Şubat 2011 tarihinin son haftasında (21-28 Şubat 2011) Beyoğlu Sineması’nda başlayacak ve yıl boyu çeşitli etkinliklerle sürecek olan bir film festivali olarak tasarlanmıştır.

Sense of North; 2011 yılı Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Kasım, Aralık ve 2012 yılı Ocak, Şubat, Mart aylarının son haftasında gerçekleşir ve her ay için özel olarak seçilmiş kuzey ülkesi sinemasına odaklanan bir film seçkisi sunar.

Her ayın son haftasında yapılan ve seçilen kuzey ülkesinden çarpıcı film örneklerini bünyesinde barındıran Sense of North, sinema severlerin memnuniyetini en önemli kriter olarak belirlemiştir. Bu doğrultuda; animasyondan belgesele, dramdan korku ve komediye kadar birçok türde filmi içinde barındıran geniş bir yelpazeye sahiptir.

Sense of North dahilindeki gösterimler aynı zamanda konuk ülkeden gelen yönetmelerin de iştiraki ile gerçekleşir ve bu doğrultuda festival, sinema severlerin filmi yönetmeni ile beraber izlemesi adına ortak alan oluşturur.

Sense of North; sinema severlerin gelişen ve değişen film tercihlerini gözeten, film izleme alışkanlıklarının farklılaştığını kavrayan bir etkinlik yaratmak için yola çıkmıştır. Sinematek yapısı ve bilincini bu anlamda yeniden gündeme getirecek olan Sense of North, katılımcıların filmleri ücretsiz izleyebildikleri ‘ücret dışı’ bir festivaldir.

Sense of North; ücret dışı olmasına rağmen genç üniversite öğrencilerinin, festival takipçilerinin, eğitimli kitlenin, sektör profesyonelleri ve öğretim görevlilerinin ve güncel gelişmeleri yakından takip eden sanatseverlerin bir araya gelip fikir alışverişinde bulunduğu kaliteli platformlar sunar.

Sense of North; film gösterimlerinin yanısıra müzik, tasarım, edebiyat, söyleşi gibi modern disiplinlere de önem verir ve bu doğrultuda sanatçıların kendilerini ifade edebilecekleri imkanlar yaratır.

http://www.senseofnorth.blogspot.com

The Oscar Boy

Yayınlandı: Aralık 20, 2010 / ***Tüm Yazılar, *Haberler
Etiketler:,

www.theoscarboy.com yıl içindeki festivalleri ve ödülleri takip eden başarılı bir site.Yıl içinde ödülden ödüle koşan filmleri buradan takip edebilirsiniz. Birçoğu Türkiye’ye uğramayan filmlerden haberdar olmak için güzel bir kaynak…


‘Modern İsrail’in toplumsal gerçeklerine yönelttiği eleştirilerle tanınan ve bu tutumundan dolayı 1982-94 yılları arasında yurtdışında gönüllü bir sürgün hayatı yaşayan ünlü  yönetmen’ Amos Gitai’nin İsrail-Filistin olaylarına alegorik bakış açısıyla yaklaştığı filmi Serbest Bölge(Free Zone-2005) izleyiciyi uzun bir yolculuğa çıkartıyor. Bir yol filmi olan Serbest Bölge’yi izleyenlere Ortadoğu’daki meseleleri düşünme fırsatı veriyor. Anlatımındaki derinlik izleyiciyi yorsa da Amerikalı, İsrailli ve Filistinli üç bayan üzerinden meseleler başarılı bir şekilde işleniyor.Natalie Portman’ın 7 dakikalık ağlama sahnesi ve arkasında çalan Had Gadya şarkısının sözleri filmi ve bu bölgedeki durumu özetler nitelikte ve kesinlikle izlenmeye değer.

MEHMET

http://www.gencsinema.com/film/6746/serbest-bolge

 

Sinema Kenti Facebook’da

Yayınlandı: Aralık 20, 2010 / ***Tüm Yazılar, *Haberler


“Cannes, Berlin, Toronto gibi dünyanın en önemli festivallerinden ödüllerle dönmüş, seyircinin büyük beğenisini kazanmış filmlerin yanı sıra bağımsız yapımlar, belgeseller ve yıllardır takipçisi olduğumuz yönetmenlerin son filmlerine yer veren “Randevu İstanbul” perdelerini olağanüstü bir filmle açacak!

Milyoner”, “Trainspotting”, “Kumsal” ve “28 Gün Sonra” gibi unutulmaz filmlerin Oscar ödüllü usta yönetmeni DANNY BOYLE’un heyecanla beklenen ve seyirciyle buluşmasını takiben Independent Spirit ve Satellite Ödüllerine pek çok farklı kategoride aday gösterilen son filmi 127 SAAT, Utah’ta ıssız bir kanyonda kaya tırmanışı yaparken büyük bir kaya parçasının kolu üzerine düşmesiyle mahsur kalan Aron Ralston’un yaşanmış öyküsünü beyazperdeye taşıyor.

Danny Boyle’un eşsiz gerilim yaratma gücüyle, seyircisini ilk dakikadan öyküsünün içine çeken ve finaline dek heyecandan taviz vermeyen 127 SAAT’in başrolünde, “Uluma”, “Süt” ve “Ananas Ekspresi” gibi filmlerde devleşen başarılı oyuncu JAMES FRANCO yer alıyor.

Festival Ayrıntılar:

http://www.tursak.org.tr/randevuistanbul


Çağan Irmak filmografisindeki filmlere 15 dakikadan fazla dayanamayan birisi olarak, son filminin aldığı eleştiriler, artık sinemada gidilebilir filmler yaptığına dair bir işaret gibiydi. Dramatik ile gülünç arasında kalan ağdalı melodramı, birçok seyircide bıraktığı etkiyi bende bırakmıyordu. Sanki elindeki potansiyeli kullanmayı bir kenara bırakıp kolay yoldan tribüne oynama isteği ile dolu popülist sahneler, nam-ı diğer sanatsal sinema seyircisinde Mehmet Ali Erbil sendromu yaratmıştı. Fakat “Karanlıktakiler” filminin gişedeki vasat halinin yanında eleştirmenler tarafından el üstünde tutulması, artık parasal sıkıntısı olmayan yönetmenin canının istediği gibi filmler çektiğinin bir göstergesi gibiydi. Bu sayede artan merakımı “Prensesin Uykusu” filminde dizginlemedim ve ilk defa sinemada bir Çağan Irmak filmine gittim.
Filmimiz çok sıcak başlıyor, Redd grubunun iç ısıtan müzikleri, daha baştan bu film seyredilir diyor. Tiyatro kökenli başrol oyuncuları, oyunculuk beklentilerimizi üst düzeye çıkarıyor ve bunu da fazlasıyla karşılıyorlar. Zaten şu anda Şehir Tiyatrolarında aynı oyunda canlı performans sergileyen ve birbirleri ile çok uyumlu olan Çağlar Çorumlu ve Sevinç Erbulak’ı bir de beyazperdede seyretmek ayrı bir keyif. Bunun yanı sıra, Genco Erkal muhteşem, oyunculuk dersi verircesine her repliği sıralıyor. Küçük oyuncumuz da keşke filmde uyumasa diyoruz, bence Şevval Başpınar’a bundan sonra diyaloğu daha fazla olan bir rol verilmeli, bir de öyle seyredilmeyi hak ediyor. Diğer alt rollerde de aynı güzel kelimeleri sarf etmek mümkün.
Filmimiz küçük bir çocuğun hayallerini gerçekleştirmek ve uyanırsa şayet mutlu etmek üzerine kurulunca, fantastik öğeler taşıyor normal olarak. “Pan’ın Labirenti” kıvamındaki açılış sahnesi, hayatın acımasız gerçekleri ile fantazi arasında gidip geleceğimizin habercisi. Zaten kızımızın uyuması da bu denli acı bir gerçek aslında. Tabi ki kült olmuş bir “Pan’ın Labirenti” tadı beklemeyin. Henüz onun emekleme çağı diyebiliriz. Bu konuda tek sıkıntısı sonu, aynı hızla giderken, daha dramatik bir son ile bitmesini bekliyor insan, sanki bişeyler eksik.
Fantastik sahneler acemice, bu konularda kat etmemiz gereken çok yolumuz olduğunu biliyoruz ama denenmesi bile güzel şu an için. Animasyon kalitesi de aynı kıvamda, “Harry Potter” serisinin son filmindeki en etkileyici sahne bir animasyon iken, bu filmdeki kalite Samanyolu Tv’nin çocuklar için din kuşağındaki kalitede.
Yine de animasyonun bir amacı var. Yönetmen en çok eleştirildiği kısım olan acıtasyonu bu sayede çok yumuşatmış. Aynı sahneyi normal çekse, Türk sinema tarihinin en acıklı anı olabilecekken (hatta bu ünvanı çoktan haketmişken bile) bu seçimi tam tersi yönde yapıp, artık bu gibi numaralara ihtiyacım yok mesajı veriyor. Zaten filmin birçok yerinde kendi eski işlerini ve Türk sinemasını eleştiren acımasız taşlamaları mevcut. Bunların yanında, acıtasyona mecbur kalındığını da anlatan ve sonuçta böyle olması gerekiyordu mesajları da filmin çeşitli yerlerine serpiştirilmiş. Genco Erkal’ın film çektiği zamanlar ile ilgili yaptığı acı konuşmayı bir daha dinleyin bakalım.
Filmin çekim kalitesi hakkında söylenecek pek fazla bişey yok. Standart Çağan Irmak kalitesini yakalamış. Görüntüler temiz, arada patlayan bikaç ışığı, kadraja giren bir aydınlatmayı saymazsak. Sonuç olarak, film beni tatmin etti. Bundan sonra yönetmeni bir öcü gibi görmemem gerektiğini anlattı. Çok iyi olmasa da benim için başlangıç olan yeni bir yönetmeni takip etme isteği açısından başarılıydı. Çağan Irmak sevenlerdenseniz, mutlu, hüzünlü, gülerken gözlerinizin de dolacağı bir film seyretmek istiyorsanız seyredin.
PUAN 6/10
CİLASUN

4.Palto Film Günleri

Yayınlandı: Aralık 16, 2010 / ***Tüm Yazılar, *Festivaller
Etiketler:

Yeni Bir Sinema Sitesi:Filmozor

Yayınlandı: Aralık 16, 2010 / ***Tüm Yazılar, *Haberler
Etiketler:

Sinemacılara yeni bir site daha…Yorumlarınızı paylaşabileceğiniz, konu başlıkları açarak dilediğiniz konuda görüş toplayabileceğiniz filmozor.com aslında şu an deneme aşamasında…Ama çok yakında daha aktif hale gelecek.Güzel bir site olacağa benziyor.

www.filmozor.com

 


Belçika’nın bu yılki Oscar aday adayı olan İllegal filminin ana teması mültecilere karşı yapılan zulümler…14 yaşındaki oğlu Ivan ile Belçika’da yasadışı olarak yaşayan Rus Tania üzerinden bu konuya eğilen film yasadışı olanın kişiler mi sistem mi olduğunu sorgulamamıza yardımcı oluyor. Belçika sinemasının tipik “kasvetli hava” modunda çekilen film baştan sona izleyicileri geriyor. Yapılan zulümleri gördükçe daha da rahatsız bir hal alan film bittiğinde sanki size yapılan işkenceler de bitmiş gibi bir duygu yaşatıyor.2010’da Cannes film festivali, Quinzaine Des Realisateurs Bölümünde gösterilmeye hak kazanmış İllegal, Belçikalı yönetmen, Olivier Masset-Depasse’in ikinci uzun metrajlı filmi..(Diğeri “Cages”-Kafesler filmi-2006) Yönetmenin bir röportajında söyledikleri aslında filmi çekme sebebini de gösteriyor:
“Ben Tania’yı değil, fakat insan haklarına saygılı olması beklenen ama hiç de öyle olmayan ülkelerimizdeki,  göçmen-tutuklama merkezlerini illegal görüyorum. Sistemin kendisi illegaldir. Bu merkezlerde tutulan mültecilerin büyük bir çoğunluğu, açlıktan, diktatörlükten, ya da savaştan kaçarak aşırı tehlikeli, ve zor bir yolculuk sonucu bize ulaştığında, biz de onları hapishaneye atarak karşılıyoruz. Onlara adi suçlular gibi davranıyoruz.

Pek çok film bu insanların bize kadar ulaşabilmek için nelere göğüs gerebildiklerini işledi. Ben ise, ülkelerine dönsünler diye, bizim onları nelere dayanmak zorunda bıraktığımızı göstermek istedim.Birgün evime sadece 15 km mesafede, böyle bir tutuklu merkezi olduğunu öğrendiğimde, konu hakkında daha çok şey bilmek istedim. Bir gazeteci ve bir insan hakları yasal danışmanı yardımı ile göçmenler, göçmen yakınları, polis ve gardiyanlarla pekçok görüşme yaptık. Bir tutuklu-merkezine girip incelemeler yapmayı başardık. Ayrıca gerçek bir sınır-dışı edilme operasyonuna tanık olmama izin verildi. Filmde gördüklerimizin tümü gerçek hayatta mutlaka meydana gelmiş şeyler. Ayrıca, polis ve gardiyanların da sistemin kurbanları olduklarını göstermeye çalıştım.”

Müziğiyle de öne çıkan film, Amerika Birleşik Devletleri’nden benzer bir durumu yansıtan “The Visitor”  filmiden sonra hassasiyetiyle alkışı hakediyor. 16.Gezici Festival 2010 kapsamında Ankara’da gösterilen filmin müziğine ulaşmak için:

http://www.youtube.com/watch?v=D9JU-xx0cwc

MEHMET

 

Çoğunluk

Yayınlandı: Aralık 6, 2010 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *Filmler

Yeni Sinemacılar’ı çok seviyorum; günlük hayatta kullandığımız diyalogları, anlamlı bir halde birleştirip, yüzümüze bir tokat gibi vurdukları için… Her filmin çıkışında, ne iğrenç insanlarız diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu sefer de öyle oldu. Ana karakteri, hayatının en unutulası anına tanıklık ederek tanıdığımızdan, acıma duygusu ile karışık benimsiyoruz. Böylece aslında filmin içine daha rahat giriyoruz. Zaten içimizden bir karater olan Mertkan’ın sorunları, keyifleri, hareketleri de çok sıradan, ama bir bütüne ulaştığında çok da mantıklı bir terslik içeriyor.
Burada oyunculuklar da oldukça başarılı ve samimi. Gerek baba karakterinde Settar Tanrıöğen, gerekse bu film ile ödüllendirilmiş, ana karakter Bartu Küçükçağlayan mükemmeller. Bunların yanında hiç de sırıtmayan Esme Madra tüm kadroyu tamamlamış. Hele bir de Erkan Can gördüm ki, olağanüstüydü. Kafede çay içerken, kolu yırtılmış hali bile bu filmi sevmek için yeterli. Uzun zamandır sinemada göremiyorduk, çok iyi geldi. Artık dizi çekmesin hatta.
Filmin görüntü yönetimi de aynı şekilde usta işi. Takva filmindeki, tavada kalan son kurufasulye sahnesindeki detaycılık ne kadar aklımda kalmışsa, burada da Mertkan’ın sigara içerken pencereyi açtığı sahne aynı öğeleri taşıyordu. Boyasındaki alelade döküklüğün kadrajın tam ortasında yer bulması olağanüstüydü. Mekan seçimindeki özen ancak bu kadar sade biçimde belitilebilirdi. Filmin festivallerde bu yönü ile değerlendirilmemesi çok kötü.
Gelelim filmin eksisine. Karakterimizin feodal aile yapısını görerek filme başlıyoruz. Esas kız ile tanışma, kaynaşma ve aile ile karşılaştırma sahnelerinden sonra, ilk yarı çok büyük heyecan ve merak içerisinde sonuçlanıyor. Fakat ikinci yarı başladığı gibi film bitiyor ve sonrasındaki 20-30 dakika Mertkan’ın çoğunluğa karışmasına anlatan gereksiz diyaloglarla seyirciyi sıkan bir hale geliyor. Sonuçta küfrünü bile yemişin, artık dış kapının dibine kustuktan sonra Mertkan zaten çoğunluktan biriydi, benim ve birçok diğer sinema izleyicisinin gözünde. Bundan sonrası sadece teferruattı. Sanat filmi 90 dakika sürebilir, bunu 110-120 dakikalara zorlamak filmin başındaki etkiyi düşürmekten daha fazla bir anlam taşımıyor çoğu zaman.
Sonuç olarak artıları eksilerinden fazla olan, Türk sineması adına düzgün yapılmış, senenin seyredilesi filmlerinden olan Çoğunluk filmini izlemek için kendinize fırsat yaratın. Yeni Sinemacıla’dan güncel konularda, aynı çizgide işler bekliyoruz. Tabi çıtamızı biraz daha yükselterek. İyi seyriler.

Puan:7/10

CİLASUN

Elimdeki set son zamanlarda hazırlanmış en güzel ve en faydalı eserlerden biri. Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi olan “Yumurta, Süt ve Bal” filmleri ve bu filmlerin kamera arkası görüntülerinden oluşan ekstra DVD ile birlikte Semih Kaplanoğlu ile yapılmış nehir söyleşiden oluşan kitap sinemaseverler için hazine değerinde bence. Filmler hakkında uzun uzun konuşmaya gerek yok zaten. Uzun süre konuşuldu ve tartışıldı. Ve son olarak Bal filminin “Altın Ayı” ödülünü alması yönetmenin ne kadar doğru bir iş yaptığının göstergesi oldu. Bir sinemasever olarak kamera arkası görüntüleri izlemek ufkumu oldukça genişletti. Bir iki saatte izlediğimiz bir filmin yapım aşamasının ne kadar zor olduğunu gördüm. Senaryo üzerine çalışmalar, storyboard çizimleri (Her yönetmen kullanmaz bunu), çekilecek mekanların seçimi, oyuncu seçimleri gerçekten emek isteyen süreçler. Kamera arkası görüntüleri özellikle izlemenizi öneririm. Kitaba gelince…Kitapta Semih Kaplanoğlu’nun sinema olarak ve kişisel özellikler olarak gelişimine an be an tanık oluyorsunuz. Daha 1-2 yaşlarında gittiği sinemaları bile hatırlıyor nerdeyse Kaplanoğlu. Yusuf Üçlemesine gelene kadar geçtiği tüm evreleri, çektiği dizi filmleri, film çekmek için gösterdiği çabaları, Ece Ayhan’la aynı evde paylaştıkları zamanları okuyabiliyoruz kitapta.Kitaptan birkaç alıntı yapayım size:

 “Andrey Tarkovski’nin ‘Ayna’ sını söyleyebilirim. ‘Ayna’ benim sinemaya bakışımı altüst etti.Sinemanın nasıl bir şey olabileceğine dair ilk düşüncelerim o filmi izlediğimde oluştu.” (Syf.13)

“…1-2 yaşındayken ve çok net hatırlıyorum beni arabaya bindirmelerini, sinema bahçelerini, beyazperdeyi, orada seyrettiğim filmleri…” (Syf.15)

Bu seti kaçırmayın derim.

MEHMET


National Board of Review (NBR) bu seneki ödüllerini açıkladı ve en iyi film tercihi  ‘The Social Network’ten yana oldu. NBR, tercihlerinin en önemli yanı Amerika’da ödül sezonunun başlangıcını işaret etmesi.. NBR, zaman zaman Oscar’ın nabzını çok sağlıklı bir şekilde tutsa da, genel trendden ayrıldığı ve şaşırtan sonuçlara da imza atabiliyor. Bu yüzden çok tutarlı olmasalar da NBR üyelerinin her zaman kendisine has bir seçkiye imza atmayı da başarıyor.
 
Listenin tamamı ise şöyle:
En iyi Film: ‘The Social Network’
Yönetmen: David Fincher (The Social Network)
Erkek Oyuncu: Jesse Eisenberg (The Social Network)
Kadın Oyuncu: Lesley Manville (Another Year)
Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale (The Fighter)
Yardımcı Kadın Oyuncu: Jacki Weaver (Animal Kingdom)
Yabancı Film: Of Gods and Men
Belgesel: Waiting for Superman
Animasyon: Toy Story 3
Ensemble: ‘The Town’
Çıkış Performansı: Jennifer Lawrence (Winter’s Bone)
İlk Yönetmenlik: Sebastian Junger ve Tim Hetherington (Restrepo)
Orijinal Senaryo: Buried
Uyarlama Senaryo: The Social Network
Özel Başarı Ödülü: Sofia Coppola (Somewhere)
William K. Everson Sinema Tarihi Ödülü: Leonard Maltin
NBR İfade Özgürlüğü: Conviction, Fair Game, Howl

 Aung San Suu Kyi, Rabiya Kadeer, Rachel Corrie, Pınar Selek aynı salonda buluşuyor! DOCUMENTARIST’in 8-11 Aralık’ta düzenlediği ‘Hangi İnsan Hakları?’ etkinliği kadın hakları ağırlıklı esaslı bir belgesel seçkisi sunuyor.

‘Erkeklerin sevgisi her gün 3 kadını öldürürken’ DOCUMENTARIST bir kez daha soruyor: Hangi İnsan Hakları? Bu başlık altında çoğu Türkiye’de ilk kez gösterilecek olan bir dizi belgeselde dört gün boyunca bu soruya yanıt aranacak. 8-11 Aralık 2010 tarihlerinde düzenlenen etkinlikte, ‘evdeki şiddetle mücadele yöntemleri’ni konu alan panel, aktivist sinemacıları seyirciyle buluşturan söyleşiler, gündelikçilerin katılacağı forum tiyatro gibi yan etkinlikler de gerçekleşecek.

7 Aralık’ta Mircan Kaya‘nın konseriyle açılacak olan ve bu seneki teması ‘kadına yönelik şiddet’ olarak belirlenen Hangi İnsan Hakları?‘ programında, dünyanın ve Türkiye’nin gündeminde yer alan kadınların hikayeleri öne çıkıyor. Yönetmeni Anne Gyrithe Bonne’nin katılımıyla gösterilecek olan Danimarka yapımı “Aung San Suu Kyi: Burma’nın Korkusuz Leydisi” (Aung San Suu Kyi-Lady of No Fear); kendi halkının gözünde kahraman Çin hükümetine göreyse terörist sayılan Uygurların sürgündeki lideri Rabiya Kadeer’i konu alan “Aşkın 10 Şartı” (10 Conditions of Love); 23 yaşında bir İsrail buldozerinin altında can veren Rachel Corrie’nin dünyasını günlükleri ve arkadaşlıklarının tanıklıklarıyla aktaran “Rachel”, İran’daki adalet sisteminin kurbanı olan kadınların konu edildiği “Kefene Sarılı Kadınlar” (Women in Shroud), programda dikkat çeken filmlerden bazıları. Etkinlik kapsamında Pınar Selek üzerine yapılmış “Pınar İçin Adalet, Adalet İçin Pınar” adlı kısa bir belgesel de ilk kez seyirciyle buluşacak.

Detaylı program ve bilgi için:

http://www.documentarist.org/insan

Accidents Happen

Yayınlandı: Aralık 2, 2010 / ***Tüm Yazılar, **Mehmet'in Yazıları, *Filmler
Etiketler:

“Bazen sebepsiz yere kötü şeyler meydana gelir. Bazense bazı şeyler kendi kendine olur.”  Türkçeye ‘Şeytan Karışmış’ adıyla çevrilen film bir Amerikan ailesinin başına gelen kazalardan yola çıkıyor. Filmin başında, mutlu bir hayat süren Conway ailesinin yaşadığı trafik kazası aileyi derinden etkiliyor. Küçük kızları kazada ölüyor, bir çocukları (Gene) bitkisel hayatta uzun bir süre yaşamak zorunda kalıyor ve baba da bu sıkıntılara dayanamayıp evi terk ediyor. Film de aslında burada başlıyor. Hayatta kazaların insan yaşamını nasıl etkilediğini ve olayların normal akışından çıkmasına sebep verdiğini gösteriyor bize. Evet çoğu zaman kazalar için bir sebep aramayız. Ama bu ne kadar doğru, bence irdelemek gerek. Filmde iki yaramaz kafadarın (Billy ve Douglas) bir arabadan çaldıkları bowling topunu yola gelişigüzel bırakmaları ve yolun karşısından gelen bir aracın bu topa çarpmamak için direksiyonu kırmasıyla ağaca çarpması ve içindeki adamın ölmesi durumu kaza gibi görünebilir. Bu durum araç için kaza mı gerçekten? Ya da başkalarının hatalarının bir başkasına yansıması mı? İşin garip tarafı araçta ölen kişinin yabancı biri olmaması…Hepsini birleştirdiğimizde karşımıza çıkanları yorumlamaya itiyor film bizi. Geena Davis’e Akademi Ödülü kazandıran film yavaş ilerlese de müzikleri için bile izlenmeyi hak ediyor bence.

MEHMET


ODTÜ Psikoloji bölümünde açılan “Portrayal of Mental Ilness in Movies”  dersinde önerilen filmlerden biri olduğunu öğrenince izledim bu filmi. Aslında hayal gücü en özgür yönetmen (Tim Burton’la kıyaslayana tekme tokat girişirim) Terry Gilliam’ın filmi olması dolayısıyla izlemeyi ne zamandır düşünüyordum zaten. Hakkında hiçbir şey okumadan filmi açtığımda ne göreyim, Jeff Bridges’lı, Robin Williams’lı bir oyuncu kadrosu. Kaldı ki en iyi oyunculuklarından birini çıkarıyor ikisi de filmde. Robin Williams En İyi Erkek Oyuncu oskarına aday gösteriliyor lakin heykelcik Kuzuların Sessizliği’ndeki Anthony Hopkins’e gidiyor. (Bu iki müthiş performansın aynı sene yarışması büyük talihsizlik olmuş tabii. Bu film müthiş tespitlerin, radikal tezlerin, derinlemesine analizlerin filmi değil. Elbette çok çok zekice replikler, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş muhteşem sahnelerle bezeli ama, öne çıkan özelliği bu değil. Bu filmin en güzel yanı, kavradığımızı sandığımız hayatın ne kadar tuhaf olduğuyla, ve gerçeğin bayraktarlığını yapmaktansa kendimizi bu tuhaflığa bırakmamızın hayatı ne kadar anlamlı kılacağıyla ilgili. Bu film kesinlikle “belki de akıl hastalarının dünyası gerçek, bizimki yanlıştır” ucuzluğuna düşmüyor, veya anti-psikiyatri söylemine başvurmuyor. Sadece o insanları anlamaya, anlamaktan öte, hayatımızda yer açmaya çağırıyor. Ve bunu en sade anlatımla, ama hayal gücünü asla sınırlamadan yapıyor. Bu film izlenmesini en şiddetli tavsiye ettiğim ama hakkında en az şey söylediğim film, çünkü söylenecek fazla söz bırakmıyor.

HAKAN


1962 yılının Hong Kong’u… Yerel bir gazetenin yazı işleri müdürü olan Chau ve eşi, Şangaylıların yaşadığı bir apartmana taşınırlar. Chau, taşınma gününde burada yeni kapı komşusu Li-Chun ile tanışır. Her ikisinin de eşlerinin yardımı olmaksızın eşya taşıyor olmaları ilginç bir tesadüftür. Li-Chun ve Chau, eşlerinin işte oldukları zamanı birlikte geçirmeye ve gitgide daha iyi arkadaş olmaya başlarlar. Neden sonra anlarlar ki, aslında ikisinin eşleri arasında bir ilişki vardır ve aldatılmaktadırlar.

Durumu keşfetmek, onları aşk hayatlarını yeniden gözden geçirmeye ve birbirlerinden destek almaya itecektir