Nisan, 2011 için arşiv


Artık bu tarz filmlerde aradığımı bulamayacağımı anladım. Senelik seyretme oranım da giderek düşüyor, umudum ile birlikte. Her seferinde, değişik olacak diye bir umutla gidip, yine mi klişe diyerek salondan çıkması kötü oluyor sonuçta. Bu haftaki filmimize de gitmek için birçok güzel neden var öncelikle. Yönetmenin “Moon” isimli son derece etkileyi olduğu söylenen filmini seyredememiş olmam bir defa ilgimi bu filme yöneltti. Ayrıca çok sevdiğim iki oyuncuyu başrolde görmek, ilgimi daha bir arttırdı. Sonuçta salondan bir umut ile içeri girdim ve filmimiz başladı.
 
Kendini hiç tanımadığı bir kişinin bedeninde bulan yüzbaşı Stevens, karşısında kendine kur yapan güzel bir hatun ve ortamdaki kişileri tam çözecek iken, bomba patlıyor ve ölüyor. Film başlangıcı için çok ilginç bir fikir. Görsel efektler gayet yerinde ve başarılı. Ne olduğunu siz de yüzbaşı ile birlikte merak ediyorsunuz. Ta ki ana fikir, güzel dış ses tarafından yüzbaşıya aktarılana kadar. Bulunacak bir bombacı var ortamda, ve bunu bulmak için zamanda yolculuk yapıp, geçmişteki aynı sekiz dakika içinde defalarca araştırma yapması gerek yüzbaşımızın. Defalarca aynı bomba efekti, defalarca ölmek. Hadi bu da ilginç; her defasında başka birşeylere odaklanıldığından çok sıkılmadan seyrediyorsunuz. Ama o bombacının ilk göründüğü sahnede “Ben bombacıyım” diye bağırması, ve tahmin etmemize rağmen, filmin sonuna kadar, yok artık bu kadar da değildir diyerek seyretmemiz tam bir hayal kırıklığı idi. Hani yerli dizi Behzat Ç.’de bile katili daha geç tahmin ediyorum.
 
Katili bulduk bari filme odaklanalım diyoruz. Oyunculuklar sıradan, zaten aynı sahneyi oynuyorsun, ne gibi bir değişiklik olabilir ki. Aslında ellerinden geleni yapmışlar, senaryo öyle. Bir tek Vera Fermiga, diğerlerine göre üst seviyede bir oyun sergilemiş. Bu kadını artık büyük filmlerde, başrolde görmek istiyorum. Filmde en önemli oyuncu Chicago kenti. Helikopter çekimlerinde kentin banliyösü muhteşem, gidip görme isteği uyandırıyor kesinlikle. Görsel efektler başarılı, fakat zaten sadece bir patlama sahnesi çekiyorsun. Onu da hep trenin içinde yaşadığın için, odanın içini alevle doldur, oldu bitti. Bu arada yüzbaşının trenden atladığı sahnedeki efekt berbattı. Orda da ayrıca bir eksi not düşeyim. Kurguya bakıyorsun; ölüm soslu imkansız bir aşk katılmış araya, ikilemde kalıyorsun. Güzel ama 8 dakikada ne gördün kardeşim diye geçirmeden edemiyorsun. Sonu da ayrı bir çelişki içerisinde geldi filmin. Yönlendirici firmanın ikiyüzlü tavırları, hep farklı bir son beklentisine itiyor sizi. Fakat filmin sonunda klasik romantik film sonu gibi yaşanıp bitiyor. Şaşırma beklentiniz zerre kadar karşılanmıyor. Buna da iyi mi desem kötü mü desem bilemedim.
 
Sonuç olarak, birçok farklı tarzın kolajı olan, arada kalmış bir film. Bu hali ile “Geleceğe Dönüş” serisinin bütün komedi unsurları ayıklandıktan sonra, “Alacakaranlık Kuşağı” dizilerinin belirsiz metafizik, ve sonlandırmaları ile karıştırılmış; üstüne de “Kasım’da Aşk Başkadır” tarzı bir melodram sosu yedrilmiş, karmakarışık bir film. Yaz ayları Mado’da yediğimiz cup dondurmaları gibi. Her seferinde farklı bir tane seçeriz, çünkü önceki seçtiğimizi hiç hatırlamayız. Bu da öyle o an için güzel ama diğerlerinden hiçbir farkı yok. Sadece klişe severlere tavsiye olunur.
 
Puan: 4/10
Cilasun

Gişe memurları… Önünden onlarca kez geçmemize rağmen çoğu zaman yüzüne bile bakmadığımız, uzatılan paraya karşı bilet uzatmaktan başka haklarında birşey bilmediğimiz insanlar… Kesinlikle küçük gördüğüm için yazmıyorum bunları, hatta bu işe katlanabildikleri için takdir ediyorum kendilerini. Bana bunları hatırlatan bir ilk film, adı da aynı: Gişe Memuru. Tolga Karaçelik’in yazıp yönettiği ilk film denemesi. Filmi, Antalya Film Festivali’nin gala gösteriminde izlemiştim, Sekiz ay önce Ekim ayında. (Aslında bu da ayrı bir problem. Festival gezmekten vizyonu unutan filmler…Ayrı bir yazının konusu.) Oradan en iyi ilk film ödülünü almıştı. Neyse ki film 6 Mayısta vizyona giriyor.

Baştan şunu söylemek isterim ki, film katıksız bir sanat filmi bence. Öyle bir gişe memurunun hayatını kalın çizgilerle anlatan bir film bekleyenler hüsrana uğrayacaktır. (Yani bir gişe memuru beni anlatan bir filmmiş, gideyim dese, küfür ederek çıkabilir salondan.) Galadan sonra yönetmeniyle yapılan sohbete de katılmıştım. Orada bir gişe memuru hakkında film yapma fikrinin nerden çıktığını da anlattı. Yolculuk ettiği birgün, uğradığı bir gişedeki memura iyi günler demiş, memur istifini bozmadan işlemini gerçekleştirmiş ve sanki kötü bir söz söylemiş gibi bir bakış atmış. Bu noktada memurların robotlaştığını hissettim diyor yönetmen. Belli ki önünden geçen yüzlerce insan arasından kendisine selam veren çok az. Buradan yola çıkarak filme karar vermiş.

Hayatımızı kapalı kutular arasında dolaşmakla geçiriyoruz diyor yönetmen. Evden servise, servisten gişe kutusuna, ordan tekrar servise ve son nokta yine ev. Filmdeki karakterimiz bu durumu fazlasıyla kanıksamız biri, asosyal, dışarıdaki hayatla çok ilgilenmiyor, kendisine aşık kıza ve hatta evinin içindeki hasta babasıyla bile. Açıkcası rolünün hakkını fazlasıyla vermiş Serkan Ercan (Eşref Saati ve şimdi de Halil İbrahim Sofrası dizisinden hatırlayın). Zaten kendisi de Antalya Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı. Gişedeyken hayallere dalar fakat hiçbir zaman bunları gerçekleştirmek için adım atmaz. Filmin son sahnesindeki kayıtsızlığı onu en iyi şekilde anlatıyor aslında, bu kadarına da pes dedirtiyor.

Hayatımızı kuşatan kutulardan (ev, iş, okul, kurslar, saatler süren yol çileleri…) kurtulmak çoğu zaman kolay olmuyor. Bir süre sonra bu kutuların dışı bize yabancılaşıyor. Yaş ilerledikçe buralardan çıkıp farklı sulara adım atmak, heyecanı arayıp bulmak zor oluyor. Ve hayat alıştığımız gibi akıp tamamına eriyor. Filmi ben beğendim, içimdeki hep farklı yerleri görme, farklılıkları tatma arzusunu kamçıladı. Filmi izlediğim salondan sıkılır hale geldim.( Nerde o eski açık hava sinemaları…) Aslında bu filmin açık havada gösterilmesi lazım, yoksa anlattığı konuyla az da olsa çelişiyor. Hele bir de Nadir Sarıbacak (Uzak İhtimal filminin müezzini..) sahnesi var ki, aklıma geldikçe gülüyorum. Bu sahne için bile filmi tekrar izleyebilirim. Sanat filmlerinden hoşlananlara kesinlikle tavsiye ediyorum, sevmeyenler için “aman ha… uzak durun”. Kötü söz işitmek istemiyorum.

MEHMET


Festival seyircisinin her filmini merakla beklediği usta yönetmenler bu yıl da yepyeni filmleriyle Uçan Süpürge’nin yolunu tutuyor. Doris Dörrie, Margarethe von Trotta, Iciar Bollain, Tahmineh Milani, Dorota Kędzierzawska ve Marta Meszaros kendi sinemalarının en iyi örneklerini 5-12 Mayıs tarihleri arasında 14.Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde sinemaseverlerle buluşturacak.

Uçan Süpürge, bu usta sinemacıların Almanya, İran, Polonya, Macaristan ve İspanya’dan Ankara’ya taşıyacakları son filmleriyle festival takipçilerine dolu dolu bir hafta armağan edecek.

Aile içi şiddeti anlatan bol ödüllü ‘Gözlerimi de Al’ ile yalnızca festivallerin değil kadın etkinliklerinin de gözdesi olan İspanyalı yönetmen Iciar Bollain, bu kez sömürgecilik üzerine bir filmle karşımızda: Yağmuru Bile (Even The Rain, 2010). Bir yaşam hakkı olan su için mücadele eden Afrika yerlileri, güç kullanarak doğaya da hükmeden egemenlerin yağmuru bile banknotlara tahvil etmesi karşısında ne yapacak? Eşsiz görüntüleri ve usta elinden çıktığı belli senaryosuyla fark yaratan film, bu yıl Palm Springs Uluslararası Film Festivali’nden ödülle döndü.

Almanya sinemasının en üretken yönetmenlerinden Doris Dörrie, ‘Kiraz Çiçekleri’yle ustaca estirdiği Uzakdoğu rüzgarının etkisi henüz geçmemişken, bu kez son filmi Kadın Berberi (The Hairdresser, 2010) ile beden politikalarına eğiliyor. Kadın bedeni üzerindeki iktidarı sorgulamamızı isteyen film, ‘güzellik’ sektörünün kalıplarına uymadığı için iş bulamayan obez kuaför Kathi’nin öyküsünü anlatıyor.

Filmleriyle ülkesi İran’da kadın sorunlarını görünür kılan, saklı kalmış hayatları isyankar bir dille beyazperdeye taşıyan Tahmineh Milani, eşitsizliklere ve adaletsizliğe sinemanın diliyle karşılık veren cesur bir yönetmen. Milani, hapishanede tanışıp, erkeklerden intikam almak için çete kuran dört kadının öyküsünü anlattığı İntikam (Payback, 2010) filminde yine cinsiyet kaynaklı sorunları deşifre etmeyi ve eril egemenliğe kafa tutmayı sürdürüyor.

Ayrıntılı Bilgi: http://festival.ucansupurge.org/turkce/index.php

Festival Programı: http://festival.ucansupurge.org/turkce/index2.php?Id=130


   

  13.EFFprogram


Sevgili gazeteci dostum Fatih sonunda bloğunu açtı. Sinemakentinde de sinema yazıları yazan dostumun kalbine ve kalemine o kadar güveniyorum ki, her yazısı benim için çok önemli olacak. Umarım kendi bloğu, sinemakenti yazılarını aksatmaz. Şimdiden yolun açık olsun. Blogda yazarken bazen yazılanları sadece kendin okuyormuşsun gibi gelebilir ama hiç de öyle değil bence. Bir kişi bile yazdıklarından bir şey öğrenir veya yazdığın bir yazı birisinin yarasına pansuman olursa blog amacına ulaşmıştır. Benim sinema yazmamdaki amaç da biraz bu. Bazı filmler hakkında internette arama yaptığımda kayda değer hiçbir eleştri yazısı bulamıyorum. Ben de bu yüzden Türkiye’de vizyona girmeyen fakat izlemeye değer az duyulan filmler hakkında da yazmaya çalışıyorum ki, olur da aynı zevke sahip birisi bu film hakkında birşeyler aradığında kırık dökük yazımıza ulaşsın diye.

Bloğa ulaşmak için: http://insantarikati.wordpress.com/

MEHMET


Bu film hakkında yazmayı düşünmüyordum, ama dosttan bir yorum gelince yazmayı görev saydım. Tabi sadece filme değilde anlatısına dair birkaç kelam yazayım istedim. Kavramlar hakkında çokça düşünüyorum. Telaffuz ettiğimiz kavramların zihinlerimizdeki, toplumumuzdaki yansımaları, içimde sıkıntı oluşturan, kendime de kızdığım bir olgu. İşte “Modernizm” 16. yüzyıldan bu yana kavram olarak hayatta olan ve her daim algısı ve tesiri değişen bir kavram. Özellikle bilişim çağının yokuş aşağı kendine dahi hakim olamadan yuvarlandığı – yuvarlanmaya başladığı dönemden itibaren- dönem boyunca kucağımıza birçok babasız çocuk bıraktı. Biz bu babasızları ne yapacağımızı tam bilemedik. İnsanlık doğru rehber ve kaynaklardan hakikat dersi alamadığından ve medet umduğu yerlerden vefa göremeyince dolayısıyla bu babasızları zaman zaman dost deyip bağrımıza bastık, kimisine tam olarak sırtımızı dönerek oradan hakikate onu inkılap edemedik. İster sosyolojik, ister ekonomik bu kavramlar, çıkış yolu olarak görülen caddeler  eninde sonunda hep çıkmaz bir sokak olarak kalmadı, bizi bizden alıkoydu. Hümanizm böyle, özgürlükçülük böyle, kapitalizm böyle … böyle .. böyle… Biz bu kavramlara kendi rengimizi vererek onları insanlığın hizmetine sunma şansından da bu dönem boyunca üzüntü ile, uzaktık.

İşte bu düşüncelerim doğrultusunda (az kalsın ışığında diyecektim) bir sanat eserini, bir filmi, tiyatro eserini, şiiri artık ne ise.. cihanşümul doğrulara, yani fıtrata, sanatın -bildiğim kadarıyla- kaidelerine ve sonra da kendi doğrularıma göre değerlendirmeyi kendimde bir hak addederim. 
 
Bu cihette A Single Man, çok iyi paketlenmiş, çok incelikle sunulmuş, temiz ve kaliteli malzemelerle önümüze sunulmuş bir kusmuk gibi bir şey. Tabirim ağır da olabilir, her zaman kendimden de emin olamıyorum. Fikirlerim, sözlerim bazen çok fevri olabiliyor, düşüncelerim değişebiliyor. Fakat yine de son on yıldır önümüze matah bir değermiş, sanki isteyenin hakkıymış gibi bir sunulan eşcinsellik öğesini bir nevi örtük halde hoş ve meşru gösteren bir filme daha iyi şeyler diyemeyeceğim. İnsaniyetimize, ruhumuza, kalbimize, aklımıza tamamen zıt ve bunlar bozulmadan hoş görülemeyecek bir eşcinselliği; İzlanda (ve birçok Avrupa ülkesi) evlilik yönüyle serbest bırakmıştı ve bu haktan ilk yararlanan ülkenin 75 yaşındaki kadın başbakanı olmuştu da, biz halen Eyyafyallayöküll’ün bir türlü neden dinmediğine fiziksel sebepler arayıp durduk. Lut kavmi neden helak olmuştu bilen var mı?
 
Evet iyi oynanmış, dramatik yapısı iyi kurulmuş, müzikleri ve görüntüleri ile çok incelikle tezyin edilmiş kötü bir bir şey bu film. Onu kötü yapan yönüyle tek artısı, yönetmen filmi aşk (nasıl bir şeyse bu) temeli üzerine bina etmiş, belden aşağı kısmını -pek- tasvir etmemiş.
 
HÜSEYİN

Her ne kadar sinema çabuk tüketilen bir kültür yada sanat dalı olsa da bunu üçleme filmlerle uzatmayı bilen, kendisine sadık izleyici arayan yönetmenler ve filmleri de yok değil. Üçlemeler iyi bir sinema izleyicisinin vefasını, sadakatini göstermesi bakımından turnusol kağıdı özelliği de görür. Üçten fazla filmi olan seriler de var ama hiç bir zaman üçlemenin tadını veremez bence. Harry Porter var evet ama onun hikayesi zaten uzun, oradan ister yedi istersen on yedi film çıkar. Fakat üçlemenin özelliği izleyiciyi bezdirmeden, vermek istediği temayı sadelik kalıpları içinde verebilmesidir. Bu bakımdan Kieslowski’nin “Üç Renk” üçlemesi, Semih Kaplanoğlu’nun “Kahvaltılık” üçlemesi, Abbas Kiarostami’nin “Deprem” üçlemesi, Inarritu’nun kesişen hayatlar üçlemesi bana göre üçleme tarihinin en başarılı örnekleri arasındadır. Tabi üçlemeleriyle iyi vizyon yapan ve devamı gelen ticari bazı serileri bunlardan muaf tutuyorum. Ve sizleri beğendiğim bir “En iyi üçleme” listesiyle başbaşa bırakıyorum: (Bana göre çok özel bir liste): http://www.sinemabuyusu.com/?p=1227           

MEHMET


Wiiliam’ın (filmdeki asabi abimiz) Gran Torino’daki huysuzdan (Walt Kowaski) farkı, karşılıksız iyilik ve samimiyet havuzunda erimeden kalması sanırım. Kayalıklara giderken söyleyemediği “good bye solo” sahnesinde Clint Eastwoodun eliyle yaptığı silah hareketi aklıma geldi. O kadar zaman insanların gözünde oluşturduğu yalnız, agresif kalıbını bir anda yıkamıyor ama yavaş yavaş eriyor ve hayatın içinde tekrar yaşam buluyor. Solonun üvey kızıyla William’dan ayrıldığı bölümde şunu gördüm; yapayalnız sevgisiz geçirilmiş bir hayatın matlaştırdığı bir kalp ve bu hayatın geldiği son noktasında dahi olsa uzanabilen bir ele karşılık verememe.

“Good bye solo” basit bir söz olarak görülmemeli. İhtimal içinde yukarıda bahsettiğimiz hayata tekrar tutunma yatıyor. Bunun sırrı yine filmin önemsiz gibi gözüken bir bölümünde gizli. Film boyunca Solo’da hissettirilen en önemli özellik samimiyet. Bu sahnede Solo’nun sesinden aldığımız samimiyet William’ın sürüklendiği uçurumun kenarından kurtarabilecek olan tek şey. Son demde uzanmış bir el. Filmin bu sahnesini izlemenizi isterim, Solo yavaşça taksiyi hareket ettirirken gözü William’da.. Umutsuzca gidecekken, Solo! diye bir ses. Solo bir anda çok uzaktaki sevgiliden bir ses işitmiş gibi Willlliiiam diye bağırıyor. Solo,William’ın Şems’i olma yolunda…

“Good bye Sol”o son bir umuttu William için. Nitekim bir bölümde kendini salıyor gündeliğin, samimiyetin içine, yumuşatır gibi oluyor duygularını. Belki de oda farkındaydı çok istedi ‘good bye solo’ demeyi, lakin…Yaşanmışlığın, hayal kırıklıklarının kalbini çevrelediği örtüleri ne Solo’nun ne kızının ne de fotoğraftaki gencin kaldıramayacağını düşünmüş olmalı ki, good bye diyemiyor.

Solo’nun olanca seslenişine Williamın vermediği/veremediği cevap. Williamın çaresizliğinde insanoğlunun sahip olduklarının önemi anlatılıyor. Hayata mükemmel bir donanımla gönderilmiş insanın zamanla üzerine yine insanlar tarafından yıkılan beton kalıplarını kaldırabilmesi mümkün mü? Ya da bütün bu kayaları nasıl kaldırıp atacak? İnsanın bizzat insan olması hasebiyle sahip olduğu değeri hatırlatıyor. Solo kendi kültüründen çok uzakta hala kendi olabilmeye çalışıyor benzerlerinin yanında tüm zorluklara rağmen. Bir sevgi bulmuş çok uzaklardan, sıcak bir ev, bir çocuk ve kendi kanından bir bebek.. Benliğini koruyabilmiş yada korumaya imkan bulacağını umduklarını koruyabilmiş. (Aynı film için farklı yorum: https://sinemakenti.wordpress.com/2010/11/03/goodbye-solo/ 

Not: Can Dost Feridun’a bloğumuzu şereflendirdiği için sonsuz teşekkürler…Devamını bekliyoruz…MG)

FERİDUN


Türk sineması oldum olası senaryo gediklerinden ve konu darlığından muzdariptir. Yıllar boyunca aynı senaryonun farklı versiyonları ile yetinen Yeşilçam geleneği, 90’lı yıllardan itibaren terk edilmeye başlandı elbette, ancak şimdi de gişe filmleri ile söylenişinde bile gizli bir horgörü içeren “sanat filmleri” arasında bölünmüş bir sinema sektörü içindeyiz sanki. Kimisi yalnızca gişede başarısı, kimisi de salt festivallerde gösterilmek için çekiliyor gibi.

Oysa Türk sineması da tıpkı Hollywood gibi edebiyatın üzerinden yükselebilir. Senaryoda yaşanan sıkıntılar için edebiyat her zaman birebirdir. Öyle ki genç nesil edebiyatçılar kuşağının kalemlerinden çıkan neşriyat, sinemacıların ufkunu genişletebilir. Bazısı direkt, bazısı da esinlenme yoluyla sinemaya ilham olacak Türk romanları neler? Gelin beraber bakalım. (Kaynak:film.com.tr) http://film.com.tr/ozeldosya.cfm?aid=13282&yazi=sinemaya_ilham_verecek_turk_romanlari


Fransız animasyon filmleri için herhangi bir özel ad kullanıyorlar mı bilmiyorum. Ama şöyle diyebiliriz: Amerikan sinemasının sıradan animasyonları, Japon sinemasının Miyazakisi ve Mangası varsa, Fransa’nın da Sylvain Chomet’i ve onun sineması var. Bu filmlerdeki estetik anlayışı, çizgiler, mizah, drama aynen coğrafyalar, kültürel kodlar, karakterler kısacası tüm “insan” ögesi ve o insanın tüm varlığı algılayışı kadar farklı yahut benzer.

Avrupa sineması ne kadar da kan kaybına uğrasa da, ahlaksızlığına, iğdiş edilmiş samimiyetine, kaybolmuş insaniyetine (Hümanizma değil, dikkatinizi çekerim) rağmen az sayıda olsa bile çok iyi eserler ortaya koymaya devam ediyor. Ama bu iyi eserlerde de çok sayıda kültürel kodlardan kaynaklanan rahatsız edicilikleri de barındırıyor. Misal, I’ve Loved You So Much, Tous les matins de monde.

Illusionist‘e gelirsek, artık 1959 da zamanına göre eskimiş (!) bir illüzyonist ile, küçük bir kız arasındaki hüzünlü hikayeyi, insani değerlere atıflarda bulunarak anlatıyor. Tabi bu değerler bizler için hayata hayat katan, vazife addettiğimiz, lüks saymadığımız, geçerlilikteki değerler. Değerler ki bizim hakikatine erdiğimiz, fıtratımızı sergilediğimiz, sadece bir beşer değil insan-ı kamil olarak taşımıza toprağımıza, ekmeğimize suyumuza, sanat sanat, desen desen işlediğimiz değerler. Biz kışları “aç kalan kurtları doyurma vakıf”ları kururken, her mimarimizde kuşlar için sığınaklar planlarken, (ve bunları “belirli ölçüde” acımasızca yitirsek dahi) birbirinin kanını içen Avrupa, şimdi, kaybettiğimiz değer diye, hayattan umudu kalmamış yaşlı bir adamın parasını, pulunu, sevgisini, her şeyini kimsesiz bir kıza feda edişini anlatıyor. Sahip olduklarını siz düşünün arık. Yine de bu sayılanları da azımsadığım zannedilmesin.

İşte tam da burada koca bir parantez açmamız gerekiyor. Bu çıkmazda gerçekten çok iyi yaptıkları bir şey var, düşünüyorlar, üretiyorlar, kolaya kaçmayıp izleyiciye güveniyorlar, vereceklerini seyirciyi aptal yerine koymadan, onların idraklerine güvenerek ve havale ederek yapıyorlar. Seyirciye sinemaya katkıda bulunma, sinemayı anlama imkanı tanıyorlar. Yerine göre noktayı, virgülü seyircinin koymasına imkan tanıyorlar. Söze gerek yok, hata bazen sese gerek yok, bunu sinemada nasıl yapılabileceğini, düşünüyorlar, yeni anlatım biçimleri üretiyorlar, filmi film yapan argümanları geliştirip, müthiş bir atmosfer ve ahenk oluşturuyorlar. Eseri izledikten sonra, işte bu sinema diyebiliyorsunuz. Ben bu hisse sanırım tek bir Türk filminde rastladım : BAL. ( Seyredemediklerim, yahut burada hatırlayamadıklarım mahfuz)

İllüzyonist’te herhangi bir diyalog yok, yönetmen, tüm bunlara ihtiyaç duymuyor, adeta tüm olayları görsel bir çığlığa çevirip, kalbimize, hissiyatımıza seslenebiliyor. Ve bunu gerçek bir takdir hissi ile karşılamak gerektiğine inanıyorum.

HÜSEYİN (http://journalofstalker.blogspot.com/)


Önce şu satırları okuyalım:“Mesela Kathryn Bigelow‘un ‘Ölümcül Tuzak’ı gibi bir film yapmak, o filmi düşünebilmek bana tuhaf geliyor. Şundan dolayı: Siz o ülkeye girmişsiniz, işgal etmişsiniz, 1,5 milyon kişi ölmüş ve hala kendi bomba imha ekibinizle alakalısınız. Bu kadar körlük olabilir mi? Irak halkı bu kadar mı yok? Ben sinirlenip o filmin yarısında çıktım. (Yusuf’un Rüyası, 208, Timaş Yayınları)”  Bu satırların sahibi Semih Kaplanoğlu ve kesinlikle katıldığım bir düşünce.

Amerika’nın Irak’a girişinin üzerinden yaklaşık 8 sene geçti. Bu zaman zarfında birçok insan öldü, geri kalan yakınları ise hergün tekrar be tekrar ölüyor. Her savaş Amerika ve müttefiklerine sözkonusu savaşla ilgili destansı filmler çekme fırsatı veriyor. İnternette bir aratın bakın, Vietnam Savaşıyla ilgili onlarca film var. Hatta geçenlerde ben en iyi 10 Vietnam Savaşı filmi diye bir listeye bile rastladım. İstediği her mesajı, vermek istediği şekilde o kadar güzel veriyor ki. Oscarı alan Ölümcül Tuzak filminde de öyleydi aslında. Bir grup Amerikalı bomba imha ekibinin hikayesini anlatan filmi ne yalan söylim ben de evde izlerken bitirememiştim. Hatırladığım tek sahne bir bombanın patlayışını özel çekimle verdikleri sahneydi, tüm ayrıntısıyla.

Buraya nerden geldim. Geçenlerde Ankara Film Festivali kapsamında izlediğim Ken Loach‘un son filmi Route Irish(Tehlikeli Yol) nedense tekrardan Semih Kaplanoğlu’nun sözlerini hatırlattı. Her ne kadar Ken Loach eleştirel ve politik bir film yaptıysa da yine filmde yası tutulan, ön plana çıkarılan sözleşmeli İngiliz güvenlikçileri. 2004 ‘de terhislerinden sonra çok dolgun bir maaşı reddedemeyen iki kafadar çocukluk arkadaşı tekrardan Irak’a göreve giderler. Ve biri orada Irak’ın en tehlikeli yolu kabul edilen Bağdat Havalimanı’ndan Yeşil Bölgeye giden yolda (Route Irish) bombalı saldırı sonucu ölür. Diğer arkadaşı bu ölümün arkasında bir kıllık sezerek araştırmaya koyulur. Birşeyler de bulur hani. Bulur ama bulduklarının Irak halkına faydası ne. Ölen bir kişi üzerden bir film yapılıyorsa, ölen yüzbinlerce Iraklı için yüzlerce film yapılmalı. Yapacak bir şey yok, sinema sektörünün devi onlar…

Ama az da olsa dediğim şekilde filmler de var ve Hollywood filmlerinden daha dokunaklı, daha insancıl. Mesela yine geçenlerde If Ankara Film Festivali’nde izlediğim ‘Son of Babylon’ filmi Irak meselesini anlatan en iyi film bence. Bir çocuğun savaşa giden ve dönmeyen babasını arama serüveni, bir Irak yol filmi. Irak Savaşı hakkında tonlarca makale, gazete küpürü okumaya gerek yok bence, sadece bu film izlense yeter. Film boyunca gezilen her yerde yas tutan kadınlar (zaten yası sadece kadınlar tutar…), harap olmuş evler, ağlayan insanlar, sefillik çeken koskoca Irak halkı. Bir savaşın ardından bırakabileceği en kötü tablolardan biri aslında Irak. Stalin’in sapıkça ifadesiyle “Bir kişi ölürsa bu bir trajedidir, bir milyon kişi ölürsa bu bir istatistiktir.” İşte olan olmuşu bu. Bir taraftakilerin ölüleri için trajedik filmler yapılırken Irak halkı’nın ölülerine toplu mezarlarda yatan, insan gibi mezarı bile layık görmeyen et parçaları olarak bakmak. Gerçek şu ki, her insanın ölümü birileri için trajedidir fakat bunu anlamak istemezsen sadece bazı  trajediler film olur. ‘Son of Babylon’ gibi filmlerden bir tane olması bile yeter bence. Acının kalbi var mıdır bilmiyorum ama acının tam kalbinden seslenen bir filmdi.

Umarım ‘Son of Babylon’ babasını ararken yanlışlıkla ‘Route Irish’ e girmez. Eğer girer ve ölürse bilin ki bu olaydan da Hollywood’a film çıkmaz. Niye mi, çünkü o bir Iraklı.

MEHMET


Çankaya Belediyesi’nin ev sahipliğinde, Usta ve Çırak, Zirve Dağcılık Ankara Şubesi ve Dağ Kültürü Derneği ortak organizasyonu ile düzenlenen, 2. ANKARA Dağ Filmleri Festivali, 13 – 17 Nisan 2011 tarihleri arasında izleyici ile buluşuyor. “Dünyadan”, “Keşif Ruhu”, “Doğa-Çevre-İnsan”, “Bisiklet” ana temaları altında toplanan filmler, izleyicilere keşif, macera, heyecan ve adrenalin dolu saatler yaşatacak.

Macera dolu 21 film

“National Geographic Türkiye”nin festival sponsoru olduğu Türkiye’nin ilk ve tek dağ filmleri festivali olan ve İstanbul’da 6 yıldır düzenlenen organizasyon “The North Face” ve “Salcano Bisiklet”  tema sponsorlukları ile ikinci kez Ankara’lı doğaseverlerle buluşacak. Yamaç paraşütü, kano, bisiklet, dağcılık, kayak gibi doğa sporları ile ilgili filmlerin yanında doğa ve çevre belgesellerinin de yer alacağı festival programında 21 film yer alıyor.

Genç kuşaklarda kalıcı bir doğa kültürünün yerleşmesi adına önemli bir işlev gören ve bu alanda Türkiye’deki büyük bir boşluğu dolduran Dağ Filmleri Festivali kapsamında, film gösterimlerinin yanı sıra, iki söyleşi ve bir fotoğraf sergisi de düzenlenecek.

Program: http://www.dagfilmfest.org/haberler.asp?id=13


Banksy ismini ilk defa bu belgeselle duydum. Yetenekli bir sokak sanatçısı olmasından öte yüzünü göstermeyişi sayesinde şimdiden bir mit haline dönüştü. Çizdikleri gerçekten anlamlı ve bamteline dokunan şeyler. İngiltere’deki sokakları aşarak Gazze Duvarı’na ulaşmış ve buraya bile çizimler yapmış. Eserleri oldukça iyi paralara satılıyor, sergi açtğında ünlüler bile sırada bekliyor. Gerçekten ilginç bir karakter Banksy… Bu arada bu konuyu kendisine açtığım ve Banksy ile ilgili birkaç link gönderdiğim gazeteci bir arkadaş bunlardan haber yaptı ve yayınlatmayı başardı. Anlıyacağınız, Banksy’yi Türkiye’ye duyuran kişiyi fitillemiş biriyim…

Exit Throuh The Gift Shop (ETGS) belgeselinin yönetmeni Banksy. Fakat asıl kahramanımız Thierry Guetta. O da oldukça ilginç biri karakter. Birgün eline aldığı kamerayla herşeyi çekmeye başlar. Kamerayla birşeyler çekmek alışkanlık olmaya başlar. Bu arada sokak sanatçılarını takip eder ve onları da kameraya alır. Bu farklı dünyayı çok seven Thierry, bu alanda başarılı ve popüler kişilerin peşinden giderek onların kaçamak çizimlerini görüntüler. Bu arada tanışırlar Banks ile ve aralarında bir arkadaşlık başlar. Thierry kameradan sonra sokak sanatına da ilgi beslemeye başlar. Ve bu ilgi onu kendisinin ve hatta Banksy’nin bile hayal edemeyeceği bir üne kavuşturur. Kendi çizimlerini ve stilini oluşturur. Yarım yamalak açtığı sergisini binlerce insan gezer ve eserleri binlerce dolara alıcı bulur. Banksy’yi bile kıskandıracak bir yükseliş…

Bu sene Oscar’a aday gösterilen beş belgeselden biri olan ETGS, Oscar’ı alamasa da adından ve Banksy’den oldukça söz ettirdi. Oscar’ı alsaydı belki yüzünü gösterirdi Banksy ama olmadı. Belgesel beni şu yönden çok etkiledi; bir kişi düşünün; daha yeni içine girdiği sokak sanatına gönül verip, evini dahi ipotek ettiren, bu uğurda bacağını kıran fakat sergisini açmak için gece gündüz demeden çalışan, kısa sürede bu işi öğrenen ve en sonunda hem sergisine hem de kendi belgeseline kavuşan… Belgeseli izlediğinizde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Gerçekten garip bir başarı öyküsü ya da Banksy’nin deyimiyle ‘dünyanın ilk sokak sanatı felaketi filmi’. İzlemenizi tavsiye ederim. Hem şaşıracak hem de çok eğleneceksiniz.  **Bu arada Banksy’nin eserlerini mutlaka görmelisiniz…

MEHMET


Adından da anlaşılacağı üzere “öldürmek” hakkında bir film bu. Ama sadece öldürmek üzerine değil.  Filmin ana ekseninde “bir insan ne kadar kötü olursa olsun, ne yaparsa yapsın, bizim onu öldürmeye-ölüm cezası vermeye hakkımız var mı” sorusu var. Fakat filmin niyetini sadece bu soru ile sınırlamak yanlış olur. Kader, adalet, cezalandırma, sosyal psikoloji, ferdi ve toplumsal ahlak, yozlaşma, nesillerin yetiştirilmesi, toplumun ruh haletinin birey üzerindeki etkisi, sevgi gibi esaslı konular üzerine esaslı söylemleri, daha doğrusu soruları olan bir film bu. Bu açıdan bakıldığında Hanake’nin “Beyaz Bant”ı ile yakından bağlantılı.
Bu “düşünen yönetmen”, üçlemesinde zirveye taşıyacağı kader eksenli incelikli anlatım tarzı ile birbirinden farklı ve alakasız görünen insanların hayatlarını aynı kare içinde gösterme becerisini bu filmde de ustalıkla gösteriyor. Karakterlerin film boyunca analizi yapılırken, yani seyirciye olaylar ve kişiler tanıtılırken (Film bu hususta çok başarılı) aslında olacak olanı rahat bir şekilde anlayabiliyoruz. Tüm bu olup bitenler sırasında yönetmen bize soru sormuyor, soruyu kendimize sormamızı istiyor: Ceza ve cezalandırma kavramlarının içeriği, caydırılıcılık ilkesi üzerinden, bunu yaparken insan öldürmeye hakkımız var mı? sorusunu sorgulatıyor film. Acımasız iğrenç bir katilin dahi insani yönlerini olabileceğini göstermeye çalışıyor, o katili toplumun kendisinin o hale getirdiğinin altını çiziyor. Kendince bir sonuca da varıyor. Bu sonuca isterseniz katılırsınız isterseniz katılmazsınız.
Ben yönetmenin vardığını sandığım sonuca katıldığımı söyleyemem; farklı gözlüklerle, farklı açılardan farklı kaynaklardan beslenerek bakıyoruz, ama bunu bir sanat eseri ile sorgulanabilir kıldığından dolayı kendisine müteşekkirim.

1992-1995 yılları arasında yaşanan Bosna Savaşında 100.000’den fazla insan hayatını kaybetti ve 2 milyondan fazla insan ise yerini yurdunu terketmek zorunda kaldı. O günlerde 10 yaşındaydım ve hatırımda o günlere ilişkin  kalan en önemli kare, uzun kuyruklar halinde otoyollarda bekleyen-yurdunu terkeden-insanlardı. Hatırlıyorum da o kadar çok üzülmüştüm ki hala aklımdan çıkmaz o kareler. O zaman katledilen insanlar için şimdi yas tutmanın, özür dilemenin (Hollanda), tazminat vermenin çok bir anlamı yok bence. Ölen ölmüştür. Çocukları ve kocası ölen bir kadına nasıl bir özür, nasıl bir tazminat, nasıl bir şeref madalyası merhem olabilir ki. Babasını 20’li yıllarda kaybetmiş biri olarak, insanın en yakınlarını kaybetmesi kolay kolay alışabilecek bir durum değildir. Hele ki ahlaksız, insanlığa aykırı yolların denendiği bir savaşta yakınlarını kaybetmek daha zor olsa gerek. İnsan her zaman kendisine soracaktır: Ne gerek vardı?

Bosna benim için çok özel bir yere sahip. Gidip görmek istediğim ilk yerlerden. Oradaki insanlara yapılanlar-biraz önce de bahsettiğim gibi çocukluk zamanlarıma gelen savaş görüntüleri-beni oranın bir parçası yaptı sanki. Biliyorum şu anki Bosna benim hayalini kurduğum yer değil ama olsun..

Bunları yazmamı sağlayan izlediğim bir Bosna filmi. Aida Begiç’in ilk uzun metrajlı filmi “Kar”. Angelina Jolie’nin de izleyerek şu anki film projesine ilham kaynağı olan film.(Biliyorsunuzdur A. Jolie’nin Bosna’da yaşayan kadınların durumunu anlatan bir film projesi var.) Kocaları savaşta ölmüş ya da haber alınamayan bir grup kadının hayat mücadelesini konu alan film Cannes’ Film Festivali’nde büyük övgüyle izlenmiş ve ödüle layık görülmüştü. Geçimlerini kendi ürettikleri meyvelerden reçeller, sebzelerden turşular yaparak kazanan kadınların aklında hep savaş ve savaşta kaybettikleri kocaları ve çocukları vardır. Kimisi umudunu kaybetmişken, kimisi için umutla beklemek hayatlarının gayesi olmuştur.

Günün birinde bir Sırp çıkagelir ve bir şirketin arsalarını iyi bir fiyata almak istediğni söyler. Zamanında zorla almak istedikleri toprakları şimdi ise parasıyla satın almak derdindeler. Kadınlar ikileme düşer fakat içlerinde hala direnmeye çalışan birileri vardır. Kocalarını ve çocuklarını öldürenler şimdi de onları o topraklara ait hissettiren arsaları alarak aidiyet hislerini de öldürmeye çalışmaktadır. Bunu başarabilmesi için tek tek herkesi ikna etmesi oldukça zor olur çünkü ‘iyi bir yaşam’ın köylerinde ve topraklarında olacağına inanan birileri vardır.

Film sade anlatımı ve oyuncuların performanslarıyla göz dolduruyor. “Bosna rüyası” na kafa yormaya çalışan yönetmen hayalleri kaybedip hatıralara dalma durumunu irdeliyor. Kendi deyişiyle: “Ümitvardık. Hayallere sahip olma lüksünü yaşıyorduk. Kar’daki karakterler bazen kâbusa dönüşebileceğini bile bile kendi hayallerini kurmaya karar vermişlerdi.  Kaldığımız yerden hareketle bugün “Bosna rüyası”nın nerede olduğunu sordum kendime. O zamandan bu yana neyin değiştiğini sorguladım ve fark ettim ki artık sistemin yeniden inşasına inanmıyoruz; rüyalarımızın, hayallerimizin yerini ise hafızamız ve hatıralarımız almış.”

Yeni filmi “Bait” in ortak yapımcılarından biri Semih Kaplanoğlu. Bosna Savaşı’nın yetimlerini konu alan filmin çekimlerine devam ediliyor. Kendisiyle yapılan ve Hayal Perdesi Online Sinema  dergisin’de yayınlanan roportajı Aida Begiç’i ve filmlerini tanımak için okunmaya değer.(http://www.hayalperdesi.net/edergi/default.aspx?dergiid=21)

MEHMET


Öncelikle bir filmi oluşturan tüm öğelerin mükemmel uyumunun simgesi olarak gösterilebilecek film; ele aldığı dönemini hem zahiri yönüyle hem de ruhsal yönleri ile kusursuz işler. Oyuncularından yönetmenine, müziğinden görüntülerine, detayda boğulmayan ama onu da ihmal etmeyen senaryosundan kurgusuna kadar tüm bileşenleri ile zirvede olan film; bu öğelerden birinin aksaması ile kesinlikle bu bütüncül havayı yakalayamaz ve bu başarıyı da elde edemezdi. Zaten bu ekip birçok filmde beraber çalışarak başarıdan başarıya koşmuşlardır.

Taxi Driver; sinema tarihinin en iyi açılış sahnelerinden birine (belki de en iyisine) sahiptir. Filmin açılış jeneriği adeta filmin bir sinopsisi hüviyetindedir. Zira film kaotik (dehşetengiz) bir müzik eşliğinde, duman ve alevvari görüntülerle başlar. Duman bulutu; içerisinden bir Taxi’nin geçmesi ile dağılır. Bu filmin ilerleyen safhalarında çokça zikredilen ‘Yağmur’ imgesinin Travis kullanımındaki Taxi’ye işaret olduğunun apaçık bir göstergesidir. Aynı zamanda; hiç kuşkusuz jenerikte geçen isimlerin kırmızı aleve benzer bir fontta olması bilinçli bir seçimdir. Müziğin değişip romantik bir havaya bürünmesi Travis’in yüzünü gördüğümüz sahneye denk gelir ve romantik bir karakterle karşı karşı olduğumuzu bize belirtir. Travisin dehşete kapılmış bakışlarını ve bu bakışlarla kirin-pasın, ahlaksızlığın şehrini izleriz. İzlediğimiz şehir manzarası müziğin yine değişmesine denk düşer ve pek bulanıktır. Bulanık olması ise hem şehirdeki tefessüh etmişliğe hem de Travis’in pekte sağlıklı olmayan bakış açısına delalettir. Ve bu şehirde insanlar alevler içinde yanmakta; fakat bunun farkına varamamaktadırlar. Açılışta Scorsese bunu da enfes bir şekilde görselleştirir.

Travis’in iş başvurusu bizim onu tanımamıza yardımcı olur. Aslında kendisinin de ne denli sağlıksız olduğunu görürüz.

-Şoförlüğü neden istiyorsun? / -Geceleri uyuyamıyorum. /- Bunun için porno filmler var./- Biliyorum denedim. /             – …..  / -Sicilin nasıl? /- Temiz, ahlakım gibi tertemiz!

Travis’in günlüğü; Scorsese’nin, çoğu filminde kullandığı ve sinemada zirveye taşıdığı ‘anlatıcı’yı rolünü üstlenir. Bu vasıta ile hem filmin işleyişi kusursuzlaşır, hem de -daha da önemlisi- Travis’i en mahrem yönü ile tanırız: hayata bakışı, hadiseleri değerlendirişi, ne ve nasıl olmak istemesi gibi. Anlatımda yer yer öyle bir dinginlik hâkimdir ki; Scorsese ‘kötü’yü tasvir ettiği sahneleri pat diye kesmez ve adeta izleyicinin gözüne sokar. Ve bundan ötürü izleyici -Scorsese’nin istediği gibi- taraf tutmak gerektiğinde hemen Travis’in yanında yer alır.

Travis aslında tüm nefret ettiği insanlarla aynı batakta, o bataklığın birçok aşağılık ‘meta’sını kullanan biridir. Travis bir anti-kahraman olmadığı gibi kahramanda değildir. O arada kalmış, huzursuz ve tatminsiz  ‘aykırı’ bir tiptir. O’nu diğerlerinden ayıran şey çürümenin farkında olması ve meşru ya da değil bu pisliği temizleme gayretidir. Kendini bir çeşit ‘vazifeli’ olarak görür: Scorsese bu durumu; bir bardak su içerisinde eriyen, eridikçe tüm suyu değiştiren, harekete geçiren bir ilaç ile simgeler.

Travis bir ilişki yaşar. Betsy’nin cazibesi, onun bu rezil toplumda kirlenmemesi (‘bu pisliğin ortasında bir melek gibi görünüyordu’), Travis’in ise sıradan, düz biri olmamasıdır(daha önce senin gibi biriyle tanışmamıştım). Betsy’nin ‘düz’ insanlardan hoşlanmadığını; beraber çalıştıkları ve onu seven adama karşı davranışlarından (3 parmakla kibrit yaktırmak istemesi gibi) anlarız. Fakat bu ilişki Travis’in hastalıklı ruh yapısından ötürü daha ilk randevuda biter.

Kaderin cilvesi; arabasına binen Başkan adayı Palantine’e duyduğu huzursuzluğu anlatır ve başa gelecek kişinin bu pisliği bir an önce temizlemesi gerektiğinden bahseder. Yine Palantine Travis’inde izlediği bir televizyon programında ‘halk yönetmeye başlıyor, tabanda kıpırdanma hissediyorum’ der. Bu sözler karşısında Travis kendini görür, sorumluluk hisseder.

Derken Iris’i görür ve ondan etkilenir. Daha çok küçüktür ve pisliğe en derin noktasında batmıştır. Eline geçen bir fırsatı da kaçırdıktan sonra, onu kurtarmak için kendini daha da sorumlu hisseder ve operasyonuna buradan başlar.

Filmin siyahî (zenci)lere bakışı müthiş derecede olumsuz ve bir o kadar da keskindir. Diğer şoförler ile konuşurken iyi giyimli zencilere nefret edercesine bakışı, bir yerde hırsızın yine zenci oluşu, arabası ile ilerlerken zenciler tarafında taşlanması vs. hiçbir yerde zencilerle alakalı ‘iyi’ye rastlanmaz. Anlaşılacağı üzere bu; filmin bir eksiği değil, o zamanki Amerikan toplumunda zencilere bakışın temsilidir. 

Taxi Driver sözünü budaktan esirgemeyen ve sürekli gerilimi tırmanan bir filmdir. Olaylar peşi-sıra, hiç zaman fevt etmeden gerçekleşir. Akla kazınan birçok sahneye sahip olan filmde adeta boş tek kare dahi yoktur. Yan öykücükler öyle ayarlanmıştır ki; izleyiciyi finale hazırlar ve filmin genel ilerleyişine iğreti de durmaz. Film genelde ‘neden’lerden çok ‘sonuç’lara yönelir. Ahlaksızlığın, adaletsizliğin sonuçları gibi.

Filmin finali genelde anlaşılamamaya kurban gitmiştir. Travis’in ölmemesi, halk kahramanı haline gelmesi gibi sonuçlar, izleyiciye gerçekleşmesi pek mümkün olmayan şeylerin mümkün kılınarak tozpembe bir tablonun sunulması şeklinde algılanmıştır. Aksine Scorsese filme bu sonu vererek; asıl toplum taşlamasını yapar. Yani genel ahlak değerleri öylesine yıpratılmış ve toplumun basireti öylesine kapanmıştır ki; toplum Travis gibi birini halk kahraman olarak addedecek derecede muhakeme kabiliyetinden yoksundur.

Birçok filminde olduğu gibi bu filmde de kendini kamera karşısında (iki yerde) izleyiciye gösteren Scorsese; sinemada, senaryosunun bu derecede görselleştirildiği az sayıda yapıttan birinin altına imzasını atıyor.  

Hüseyin


Gözünü sevdiğim Balıkesir…Öğrencisine de memuruna da sahip çıkmıştır bugüne kadar. Caddelerine çıktığında o kadar çok genç görürsün ki…Lise, üniversite, polis koleji, askeri okul…..Öğrenci potansiyeli bitmez bu şehrin..Balıkesir’in en meşhur sineması Şan bu potansiyelin farkında. Kaliteli hizmet sunmaya gayret gösteren Şan Sinemaları’nın uzun yıllardır devam eden bir uygulamasından bahsetmeden edemeyeceğim: Üyelik kartı uygulaması… Ankara’da bir filme gitmeye kalksan normal bir alış veriş merkezinin köşesindeki sinema salonunda 15 TLyi gözden çıkarmak gerek. (Zaten artık bir alışveriş merkezine yama olmadan ayakta durmaya çalışan kaç sinema salonu var ki..) İki kişi gitsen yanında bir içecekle mısır alsan, bir filmin maliyeti yaklaşık 50 TL. (Sinema salonuna dışardan yiyecek getirmek yassahtır kardeşim.İlla ki bizden alacaksın.Su 3TL, ufacık mısır 5 TL…ah ah kapitalizm, bir aşk hikayesi diyen yönetmene selam olsun. Bu arada İstanbul’da dışardan getirdiği suyu içeriye almayıp filmi izlemesine engel olan sinemayı tüketici mahkemesine şikayet eden duyarlı vatandaşımız haklı bulunmuş ve bilet paraları iade edilmiş. Sebep de suyun en temel ihtiyaç olması ve sinema salonunda fahiş bir fiyattan satılması. Aklınızda olsun sinemaya giderken en aşağı kattaki Migrostan 25 kuruşa bir su alın ve sinemaya öyle gidin. Niye 3 TL verelim ki..Bir şey derlerse de http://www.tuketiciler.org/?com=news.read&ID=3581 adresini referans gösterin ya da buradaki karar metninin örneğini yanınıza alın.) Şan sineması ne yapıyor biliyor musunuz? Beş hafta içinde izlemek şartıyla 5 film, yanında bir cola, bir mısır patlağı ve en güzeli de iki film afişinden oluşan muhteşem üyeliğini 25 TLye satıyor. Ben size Ankara’daki karşılığını hesaplayayım: 5 film en azından 50 TL, cola ve mısır 10 TL, vermezler ya ısrar etsen de iki afişi 5 TLye alsan ne etti: 65 TL.. Tamam Ankara büyükşehir, kiralar pahalı da Balıkesir gibi yerlerdeki insanların da hiç mi masrafı yok…Kutlamak istiyorum burdan Şan sinemalarının sahibini ve çalışanlarını. Ben de çok faydalandım bu üyelik kartından..Sinemasevere değer verdiğiniz için teşekkürler….

MEHMET


Okumak için: http://www.sinemalife.com/default.html


Devrimden Sonra, sosyalist devrimin sonrasında Türkiye’de geçen 12 öyküden oluşmakta bu açıdan Türkiye’de sosyalizmi anlatan ilk film olma özelliğini taşıyor. Ülkede yaşanan politik ve sosyal değişimler sıradan vatandaşın hayatına yansımaları ile anlatılıyor. Kamulaşan fabrikalar, herkesin oturduğu evin sahibi olması, ücretsiz hale gelen sağlık, eğitim, ulaşım hizmetleri ve bunları şaşkınlık, sevinç hatta kimi zaman korku ile izleyen bakkal amcalar, emekliler, kiracılar, öğrenciler, işçiler. Kısacası yurttaşlarımızın insanca bir yaşama kavuştuğu bir ülke resmediliyor.  1 Mayısta vizyonda…


Okumak İçin: http://cinedergi.com/sayi/36/