‘**Hüseyin’in Yazıları’ Kategorisi için Arşiv


Bu film hakkında yazmayı düşünmüyordum, ama dosttan bir yorum gelince yazmayı görev saydım. Tabi sadece filme değilde anlatısına dair birkaç kelam yazayım istedim. Kavramlar hakkında çokça düşünüyorum. Telaffuz ettiğimiz kavramların zihinlerimizdeki, toplumumuzdaki yansımaları, içimde sıkıntı oluşturan, kendime de kızdığım bir olgu. İşte “Modernizm” 16. yüzyıldan bu yana kavram olarak hayatta olan ve her daim algısı ve tesiri değişen bir kavram. Özellikle bilişim çağının yokuş aşağı kendine dahi hakim olamadan yuvarlandığı – yuvarlanmaya başladığı dönemden itibaren- dönem boyunca kucağımıza birçok babasız çocuk bıraktı. Biz bu babasızları ne yapacağımızı tam bilemedik. İnsanlık doğru rehber ve kaynaklardan hakikat dersi alamadığından ve medet umduğu yerlerden vefa göremeyince dolayısıyla bu babasızları zaman zaman dost deyip bağrımıza bastık, kimisine tam olarak sırtımızı dönerek oradan hakikate onu inkılap edemedik. İster sosyolojik, ister ekonomik bu kavramlar, çıkış yolu olarak görülen caddeler  eninde sonunda hep çıkmaz bir sokak olarak kalmadı, bizi bizden alıkoydu. Hümanizm böyle, özgürlükçülük böyle, kapitalizm böyle … böyle .. böyle… Biz bu kavramlara kendi rengimizi vererek onları insanlığın hizmetine sunma şansından da bu dönem boyunca üzüntü ile, uzaktık.

İşte bu düşüncelerim doğrultusunda (az kalsın ışığında diyecektim) bir sanat eserini, bir filmi, tiyatro eserini, şiiri artık ne ise.. cihanşümul doğrulara, yani fıtrata, sanatın -bildiğim kadarıyla- kaidelerine ve sonra da kendi doğrularıma göre değerlendirmeyi kendimde bir hak addederim. 
 
Bu cihette A Single Man, çok iyi paketlenmiş, çok incelikle sunulmuş, temiz ve kaliteli malzemelerle önümüze sunulmuş bir kusmuk gibi bir şey. Tabirim ağır da olabilir, her zaman kendimden de emin olamıyorum. Fikirlerim, sözlerim bazen çok fevri olabiliyor, düşüncelerim değişebiliyor. Fakat yine de son on yıldır önümüze matah bir değermiş, sanki isteyenin hakkıymış gibi bir sunulan eşcinsellik öğesini bir nevi örtük halde hoş ve meşru gösteren bir filme daha iyi şeyler diyemeyeceğim. İnsaniyetimize, ruhumuza, kalbimize, aklımıza tamamen zıt ve bunlar bozulmadan hoş görülemeyecek bir eşcinselliği; İzlanda (ve birçok Avrupa ülkesi) evlilik yönüyle serbest bırakmıştı ve bu haktan ilk yararlanan ülkenin 75 yaşındaki kadın başbakanı olmuştu da, biz halen Eyyafyallayöküll’ün bir türlü neden dinmediğine fiziksel sebepler arayıp durduk. Lut kavmi neden helak olmuştu bilen var mı?
 
Evet iyi oynanmış, dramatik yapısı iyi kurulmuş, müzikleri ve görüntüleri ile çok incelikle tezyin edilmiş kötü bir bir şey bu film. Onu kötü yapan yönüyle tek artısı, yönetmen filmi aşk (nasıl bir şeyse bu) temeli üzerine bina etmiş, belden aşağı kısmını -pek- tasvir etmemiş.
 
HÜSEYİN

Fransız animasyon filmleri için herhangi bir özel ad kullanıyorlar mı bilmiyorum. Ama şöyle diyebiliriz: Amerikan sinemasının sıradan animasyonları, Japon sinemasının Miyazakisi ve Mangası varsa, Fransa’nın da Sylvain Chomet’i ve onun sineması var. Bu filmlerdeki estetik anlayışı, çizgiler, mizah, drama aynen coğrafyalar, kültürel kodlar, karakterler kısacası tüm “insan” ögesi ve o insanın tüm varlığı algılayışı kadar farklı yahut benzer.

Avrupa sineması ne kadar da kan kaybına uğrasa da, ahlaksızlığına, iğdiş edilmiş samimiyetine, kaybolmuş insaniyetine (Hümanizma değil, dikkatinizi çekerim) rağmen az sayıda olsa bile çok iyi eserler ortaya koymaya devam ediyor. Ama bu iyi eserlerde de çok sayıda kültürel kodlardan kaynaklanan rahatsız edicilikleri de barındırıyor. Misal, I’ve Loved You So Much, Tous les matins de monde.

Illusionist‘e gelirsek, artık 1959 da zamanına göre eskimiş (!) bir illüzyonist ile, küçük bir kız arasındaki hüzünlü hikayeyi, insani değerlere atıflarda bulunarak anlatıyor. Tabi bu değerler bizler için hayata hayat katan, vazife addettiğimiz, lüks saymadığımız, geçerlilikteki değerler. Değerler ki bizim hakikatine erdiğimiz, fıtratımızı sergilediğimiz, sadece bir beşer değil insan-ı kamil olarak taşımıza toprağımıza, ekmeğimize suyumuza, sanat sanat, desen desen işlediğimiz değerler. Biz kışları “aç kalan kurtları doyurma vakıf”ları kururken, her mimarimizde kuşlar için sığınaklar planlarken, (ve bunları “belirli ölçüde” acımasızca yitirsek dahi) birbirinin kanını içen Avrupa, şimdi, kaybettiğimiz değer diye, hayattan umudu kalmamış yaşlı bir adamın parasını, pulunu, sevgisini, her şeyini kimsesiz bir kıza feda edişini anlatıyor. Sahip olduklarını siz düşünün arık. Yine de bu sayılanları da azımsadığım zannedilmesin.

İşte tam da burada koca bir parantez açmamız gerekiyor. Bu çıkmazda gerçekten çok iyi yaptıkları bir şey var, düşünüyorlar, üretiyorlar, kolaya kaçmayıp izleyiciye güveniyorlar, vereceklerini seyirciyi aptal yerine koymadan, onların idraklerine güvenerek ve havale ederek yapıyorlar. Seyirciye sinemaya katkıda bulunma, sinemayı anlama imkanı tanıyorlar. Yerine göre noktayı, virgülü seyircinin koymasına imkan tanıyorlar. Söze gerek yok, hata bazen sese gerek yok, bunu sinemada nasıl yapılabileceğini, düşünüyorlar, yeni anlatım biçimleri üretiyorlar, filmi film yapan argümanları geliştirip, müthiş bir atmosfer ve ahenk oluşturuyorlar. Eseri izledikten sonra, işte bu sinema diyebiliyorsunuz. Ben bu hisse sanırım tek bir Türk filminde rastladım : BAL. ( Seyredemediklerim, yahut burada hatırlayamadıklarım mahfuz)

İllüzyonist’te herhangi bir diyalog yok, yönetmen, tüm bunlara ihtiyaç duymuyor, adeta tüm olayları görsel bir çığlığa çevirip, kalbimize, hissiyatımıza seslenebiliyor. Ve bunu gerçek bir takdir hissi ile karşılamak gerektiğine inanıyorum.

HÜSEYİN (http://journalofstalker.blogspot.com/)


Adından da anlaşılacağı üzere “öldürmek” hakkında bir film bu. Ama sadece öldürmek üzerine değil.  Filmin ana ekseninde “bir insan ne kadar kötü olursa olsun, ne yaparsa yapsın, bizim onu öldürmeye-ölüm cezası vermeye hakkımız var mı” sorusu var. Fakat filmin niyetini sadece bu soru ile sınırlamak yanlış olur. Kader, adalet, cezalandırma, sosyal psikoloji, ferdi ve toplumsal ahlak, yozlaşma, nesillerin yetiştirilmesi, toplumun ruh haletinin birey üzerindeki etkisi, sevgi gibi esaslı konular üzerine esaslı söylemleri, daha doğrusu soruları olan bir film bu. Bu açıdan bakıldığında Hanake’nin “Beyaz Bant”ı ile yakından bağlantılı.
Bu “düşünen yönetmen”, üçlemesinde zirveye taşıyacağı kader eksenli incelikli anlatım tarzı ile birbirinden farklı ve alakasız görünen insanların hayatlarını aynı kare içinde gösterme becerisini bu filmde de ustalıkla gösteriyor. Karakterlerin film boyunca analizi yapılırken, yani seyirciye olaylar ve kişiler tanıtılırken (Film bu hususta çok başarılı) aslında olacak olanı rahat bir şekilde anlayabiliyoruz. Tüm bu olup bitenler sırasında yönetmen bize soru sormuyor, soruyu kendimize sormamızı istiyor: Ceza ve cezalandırma kavramlarının içeriği, caydırılıcılık ilkesi üzerinden, bunu yaparken insan öldürmeye hakkımız var mı? sorusunu sorgulatıyor film. Acımasız iğrenç bir katilin dahi insani yönlerini olabileceğini göstermeye çalışıyor, o katili toplumun kendisinin o hale getirdiğinin altını çiziyor. Kendince bir sonuca da varıyor. Bu sonuca isterseniz katılırsınız isterseniz katılmazsınız.
Ben yönetmenin vardığını sandığım sonuca katıldığımı söyleyemem; farklı gözlüklerle, farklı açılardan farklı kaynaklardan beslenerek bakıyoruz, ama bunu bir sanat eseri ile sorgulanabilir kıldığından dolayı kendisine müteşekkirim.

Öncelikle bir filmi oluşturan tüm öğelerin mükemmel uyumunun simgesi olarak gösterilebilecek film; ele aldığı dönemini hem zahiri yönüyle hem de ruhsal yönleri ile kusursuz işler. Oyuncularından yönetmenine, müziğinden görüntülerine, detayda boğulmayan ama onu da ihmal etmeyen senaryosundan kurgusuna kadar tüm bileşenleri ile zirvede olan film; bu öğelerden birinin aksaması ile kesinlikle bu bütüncül havayı yakalayamaz ve bu başarıyı da elde edemezdi. Zaten bu ekip birçok filmde beraber çalışarak başarıdan başarıya koşmuşlardır.

Taxi Driver; sinema tarihinin en iyi açılış sahnelerinden birine (belki de en iyisine) sahiptir. Filmin açılış jeneriği adeta filmin bir sinopsisi hüviyetindedir. Zira film kaotik (dehşetengiz) bir müzik eşliğinde, duman ve alevvari görüntülerle başlar. Duman bulutu; içerisinden bir Taxi’nin geçmesi ile dağılır. Bu filmin ilerleyen safhalarında çokça zikredilen ‘Yağmur’ imgesinin Travis kullanımındaki Taxi’ye işaret olduğunun apaçık bir göstergesidir. Aynı zamanda; hiç kuşkusuz jenerikte geçen isimlerin kırmızı aleve benzer bir fontta olması bilinçli bir seçimdir. Müziğin değişip romantik bir havaya bürünmesi Travis’in yüzünü gördüğümüz sahneye denk gelir ve romantik bir karakterle karşı karşı olduğumuzu bize belirtir. Travisin dehşete kapılmış bakışlarını ve bu bakışlarla kirin-pasın, ahlaksızlığın şehrini izleriz. İzlediğimiz şehir manzarası müziğin yine değişmesine denk düşer ve pek bulanıktır. Bulanık olması ise hem şehirdeki tefessüh etmişliğe hem de Travis’in pekte sağlıklı olmayan bakış açısına delalettir. Ve bu şehirde insanlar alevler içinde yanmakta; fakat bunun farkına varamamaktadırlar. Açılışta Scorsese bunu da enfes bir şekilde görselleştirir.

Travis’in iş başvurusu bizim onu tanımamıza yardımcı olur. Aslında kendisinin de ne denli sağlıksız olduğunu görürüz.

-Şoförlüğü neden istiyorsun? / -Geceleri uyuyamıyorum. /- Bunun için porno filmler var./- Biliyorum denedim. /             – …..  / -Sicilin nasıl? /- Temiz, ahlakım gibi tertemiz!

Travis’in günlüğü; Scorsese’nin, çoğu filminde kullandığı ve sinemada zirveye taşıdığı ‘anlatıcı’yı rolünü üstlenir. Bu vasıta ile hem filmin işleyişi kusursuzlaşır, hem de -daha da önemlisi- Travis’i en mahrem yönü ile tanırız: hayata bakışı, hadiseleri değerlendirişi, ne ve nasıl olmak istemesi gibi. Anlatımda yer yer öyle bir dinginlik hâkimdir ki; Scorsese ‘kötü’yü tasvir ettiği sahneleri pat diye kesmez ve adeta izleyicinin gözüne sokar. Ve bundan ötürü izleyici -Scorsese’nin istediği gibi- taraf tutmak gerektiğinde hemen Travis’in yanında yer alır.

Travis aslında tüm nefret ettiği insanlarla aynı batakta, o bataklığın birçok aşağılık ‘meta’sını kullanan biridir. Travis bir anti-kahraman olmadığı gibi kahramanda değildir. O arada kalmış, huzursuz ve tatminsiz  ‘aykırı’ bir tiptir. O’nu diğerlerinden ayıran şey çürümenin farkında olması ve meşru ya da değil bu pisliği temizleme gayretidir. Kendini bir çeşit ‘vazifeli’ olarak görür: Scorsese bu durumu; bir bardak su içerisinde eriyen, eridikçe tüm suyu değiştiren, harekete geçiren bir ilaç ile simgeler.

Travis bir ilişki yaşar. Betsy’nin cazibesi, onun bu rezil toplumda kirlenmemesi (‘bu pisliğin ortasında bir melek gibi görünüyordu’), Travis’in ise sıradan, düz biri olmamasıdır(daha önce senin gibi biriyle tanışmamıştım). Betsy’nin ‘düz’ insanlardan hoşlanmadığını; beraber çalıştıkları ve onu seven adama karşı davranışlarından (3 parmakla kibrit yaktırmak istemesi gibi) anlarız. Fakat bu ilişki Travis’in hastalıklı ruh yapısından ötürü daha ilk randevuda biter.

Kaderin cilvesi; arabasına binen Başkan adayı Palantine’e duyduğu huzursuzluğu anlatır ve başa gelecek kişinin bu pisliği bir an önce temizlemesi gerektiğinden bahseder. Yine Palantine Travis’inde izlediği bir televizyon programında ‘halk yönetmeye başlıyor, tabanda kıpırdanma hissediyorum’ der. Bu sözler karşısında Travis kendini görür, sorumluluk hisseder.

Derken Iris’i görür ve ondan etkilenir. Daha çok küçüktür ve pisliğe en derin noktasında batmıştır. Eline geçen bir fırsatı da kaçırdıktan sonra, onu kurtarmak için kendini daha da sorumlu hisseder ve operasyonuna buradan başlar.

Filmin siyahî (zenci)lere bakışı müthiş derecede olumsuz ve bir o kadar da keskindir. Diğer şoförler ile konuşurken iyi giyimli zencilere nefret edercesine bakışı, bir yerde hırsızın yine zenci oluşu, arabası ile ilerlerken zenciler tarafında taşlanması vs. hiçbir yerde zencilerle alakalı ‘iyi’ye rastlanmaz. Anlaşılacağı üzere bu; filmin bir eksiği değil, o zamanki Amerikan toplumunda zencilere bakışın temsilidir. 

Taxi Driver sözünü budaktan esirgemeyen ve sürekli gerilimi tırmanan bir filmdir. Olaylar peşi-sıra, hiç zaman fevt etmeden gerçekleşir. Akla kazınan birçok sahneye sahip olan filmde adeta boş tek kare dahi yoktur. Yan öykücükler öyle ayarlanmıştır ki; izleyiciyi finale hazırlar ve filmin genel ilerleyişine iğreti de durmaz. Film genelde ‘neden’lerden çok ‘sonuç’lara yönelir. Ahlaksızlığın, adaletsizliğin sonuçları gibi.

Filmin finali genelde anlaşılamamaya kurban gitmiştir. Travis’in ölmemesi, halk kahramanı haline gelmesi gibi sonuçlar, izleyiciye gerçekleşmesi pek mümkün olmayan şeylerin mümkün kılınarak tozpembe bir tablonun sunulması şeklinde algılanmıştır. Aksine Scorsese filme bu sonu vererek; asıl toplum taşlamasını yapar. Yani genel ahlak değerleri öylesine yıpratılmış ve toplumun basireti öylesine kapanmıştır ki; toplum Travis gibi birini halk kahraman olarak addedecek derecede muhakeme kabiliyetinden yoksundur.

Birçok filminde olduğu gibi bu filmde de kendini kamera karşısında (iki yerde) izleyiciye gösteren Scorsese; sinemada, senaryosunun bu derecede görselleştirildiği az sayıda yapıttan birinin altına imzasını atıyor.  

Hüseyin


Fikir nedir? Fikir çilesi nedir? Fikir işçisi nedir ve kimdir bunlar? Hayatı yekpare bir ‘eğlence’nin ötesinde algılayan ve ona ‘hayat bulmuş yaşam’ dedirten şey bu fikir çilesi değil midir? Kendi dünyamızdan bir Nurettin Topçu, bir Necip Fazıl, bir Cemil Meriç, bir Peyami Safa ve adını saymakla bu satırlara sığdıramayacağımız onlarca, ama yine de bir avuç insan yukarıdaki ‘nedir’lere hayatları ve eserleri ile cevap olmuş müellifler değil midir? Onların yaşamları ve eserleri hayatın gerçek manası itibari ile algılanabilmesi ve ona değerinin verilmesi adına tetkik edilmesi zorunlu şeylerdir. ‘Sorgulanmayan yaşam yaşanmaya değmez’ diyordu Sokrates. O ve O’nun gibi şahıslar düşünmüşler, sorgulamışlar ve yazmışlardır. Peki, sinemadaki durum nedir? Kaç fikir işçisi yönetmen var? Eserleri ile düşünen ve düşündüren kaç yönetmen, kaç yazar var? İnsana varoluş, yaşam, sevgi, aşk, ölüm ve ötesi hakkında kaç kişi bir şeyler anlatmakta ve en azından soru sordurabilmekte? Sinemada fikir çilesi çeken ve onun hamelesi haline gelmiş kaç yönetmen var acaba?

Bu denli çetrefilli sorulara bir hamlede cevap verebilmek hoş karşılayacağınız üzere basit değildir. Yine de düşünmeye teşvik babından; o karanlık fakat bizi nice aydınlıklara alıp götüren yahut nice aydınlıkları getirip bize sunan salona doluştuğumuzda, en azından perdeye yansıyan esere bu sorular çerçevesinde bakabilmek, onu hallaç edip okuyabilmek seyirci/eleştirmen açısından bir sosyal sorumluluk zannediyorum.

Su, güneş, gökyüzü, ağaç ve tabiatın o eşsiz musikisi… Zahirden batına ve aşkına giden bir görsellik ve anlatım, farklı diyarlardan bize ulaşan bir ses. Hepsinin son uğrağı inkârı namümkün; ‘Ruh’. Öğelerini hep dünyanın incitilmemiş, kirletilmemiş metalarından alan ve noktayı metafizikle koyan bir sinema anlayışı. ‘Dünya problemi insanla tanıdı’ anlayışının bir göstergesi olan bir sinema. Bir fikir işçisi, tek yazar, tek yönetmen, iki film:Terrence Malick, ‘İnce Kırmızı Hat’ ve ‘Yeni Dünya’. Biz şimdilik sadece Malick’in ‘Yeni Dünya’sına değineceğiz.

Yeni Dünya’ adının da anımsattığı gibi bir keşif filmi. Film, içindeki tüm taraflar (yerliler-İngilizler, Pacohontas-Smith, Rebecca-John) adına keşif/tanıma/anlama gayretini işler. Hatta daha da beliğ ve önemli olan ise, film kendi başına da, her insan için kendini tanıma-keşfetme davetiyesini de taşır üzerinde. ‘Keşif’ duygusuna aşık bir insan için yeni bir keşiften öteye gittiği sonunda anlaşılan bir kadının, yeni bir kıtanın, yeni haritalar için yepyeni sahillerin keşfi… Yeni ruh dünyalarının keşfine yelken açan bir yolculuk. Yelken imgesinin bunca sık kullanımı ve önemi de buradan kaynaklanıyor zaten.

Kameranın ardındaki güç; ön plandaki hikâyeye karşı oldukça rahat tavır içerisinde: ona takılmıyor, seyircinin ona takılmasını da arzu etmiyor, çok mantıklı/rasyonel olmasına önem vermiyor. Ve çok çabuk geçiyor hikâyeyi. Yani bilinçli bir tercih söz konusu burada. Asla değil fasla bakma meselesi. Aynı durum ‘Yeni Dünya’daki kadar olmasa da ‘İnce Kırmızı Hat’ta da var. Kaptanın düşmanlardan ve kralın varlığından bahsetmesi, dil probleminin çarçabuk sayılabilecek şekilde çözülmesi, mısır tohumlarının İngilizlere verilmesi, yerlilerle ilk kan dökülmesi gibi hadiseler film içerisinde, yönetmenin niyetinin iyi anlaşılması ile hoş görülebilecek bir hal alan, fakat havada kalan şeyler. Yani kaptan hangi düşmanlardan bahsediyor? dilini bilmediği yerlilerle nasıl konuşarak kralın varlığına kanaat getiriyor? Yeni bir dünyaya yerleşme düşüncesi ile gelen İngilizler mısır tohumlarını kendileri getirmiş olamazlar mı? gibi sorular akla gelse de yönetmen ve amacı nezdinde bu sorular çok önem arz etmiyor.

Kaptan ‘geleceğin ülkesini kurma’ maksadı ile yeni topraklara adım attıklarını ve bu işte öncü olduklarını yinelerken, aç kalan adamları karınlarını doyurma yerine altın arama gayretine giriyorlar. Yine asıl maksadın sömürü olmadığı vurgulanmasına karşın [-ne zaman araştırmaya çıkacağız efendim. –buraya yağmalamaya gelmedik.], yeni toprak keşifleri, dolayısı ile yeni maden ve zenginlikler her daim İngilizlerin akıllarının bir köşesinde duruyor. Bu nokta üzerine değinip geçse de Terrence Malick; asıl eleştiri oklarını modernite, ‘çağdaş’ uygarlığın yıkıcılığı, yıpratıcılığı, ‘insanın tabiatını’ ve ‘tabiatın saflığını’ nasılda heba ettiğini üstüne basa basa izah ediyor. Yeni Dünyaya ayak basıldığında ‘Tanrının merhameti kimseyi ayırt etmeden ve fakirleşmesine izin vermeden nimetlerle donatması, kendisine ve insanların kendi arasındaki sevgiyi dahi pervasızca/hesapsızca vermesi’ diyor yönetmen. Zaman ilerleyip merhametin lanete inkılâbı, sevginin hasede, nimetin nikmete, temizin kirliye çevrilmesi… Hepsi de imgelerle okuyucunu [evet Terence Mallick filmi okunur!] önüne seriliyor.

1600’lerde geçen filmi günümüz dünya dengelerine uyarladığımızda; sömürünün bitmeyip sadece şekil değiştirdiği, sömürenin ise hiç değişmeden devam ettiği ayan beyan görülüyor. ‘İnce Kırmızı Hat’ bu noktada âdemoğlunun nasılda bir hiç uğruna savaştığı; hasedin, kinin, öfkenin ve samimiyetsizliğin enfüsi planda insan [ruhu], afakî planda âlem üzerine nasıl olumsuz tesir ettiğini gözler önüne daha net sunuyordu. Aynı söylem ‘Yeni Dünya’da daha şümullü fakat daha muğlâk olarak seziliyor. Daha şümullü; çünkü savaştan daha ziyade aşk-sevgi ön planda (çünkü sevgi mahlûkatın mayasıdır), daha muğlâk çünkü yönetmen cümleyi noktalamıyor, izleyicinin bunu yapmasını öngörüyor. İktidar mücadelesi, açlık karşısında insanın nasıl insanlığını kaybederek kendi türünü yemesi (Akif’in ‘dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi’ dediği yer işte!), ceviz kabuğunu doldurmayacak tartışmalar ve mücadeleler. Mimsiz medeniyet dedikleri nokta bura olsa gerek.

Kaptan Smith yerlilerle görüşmeye gönderilip tek başına onların ortasında kaldığında; yerliler tarafından ilginç bir seansa tabi tutulur. Bir ‘arınma’ ile neticelenen seans; John’u geçmiş kirlerinden(!) temizlenmesi/arınması olarak okunabilir. Bu arada birkaç saniyelik bir yelken açılma sahnesine şahit olmamız, hem yeni bir keşfe çıkan hem de keşfe âşık bir kâşifi işaretler. Yerlileri, yaşam ve inanış biçimlerini keşfedecek hem de onlarla yetinmeyerek yeni sahillere yelken açacak bir kâşif (sonunda pişman olmasına rağmen!). Filmin çeşitli yerlerinde görülen kuşlar devranın dönüp durduğu ve hiç bitmeyen bir yolculuğun parçası olduğumuzu işaretler.  

Malick’in kamerası tüm olup bitenin peşinden hiç durmadan gider; yer yer dua için göge kaldırılmış avuçlar gibi semaya seslenir. Bu bağlamda Malick’in kamerası ‘vicdan’ın vizörü, içsesleri de ‘vicdan’ın fısıltılarıdır. 

İlkinden son karesine kadar sinemayla dopdolu, vicdanı konuşturup maddeyi susturarak ruha seslenen, ruhu seslendiren, mutlak saadetin yalnızca bu dünya ile sınırlı olmadığını izah eden, değişik ve geniş okumalara izin veren bir film ‘Yeni Dünya’. Keşfedilmeye değer aynı zamanda muhtaç.

Hüseyin (huseynozr@gmail.com)