Ağustos, 2011 için arşiv

Cars 2

Yayınlandı: Ağustos 22, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Animasyon Filmler, *Filmler

Hafta sonu yakında dört yaşını dolduracak olan oğlumu sıkı hayranı olduğu ve ilk filmini evde yaklaşık 1500 kere izlediği ‘Arabalar’ filminin ikincisine götürdüm. 3 boyutlusuna da gitmek mümkündü ancak biz Türkçe dublajlı normal halini seçtik. Filmin bu ikinci versiyonu ilkinin devamı niteliğinde olmakla birlikte, bence ilkini animasyon tekniği, kurgu, ayrıntılar ve benim belki farkına varamayacağım birçok açıdan aşmış. Konu itibariyle Şimşek Mc Queen’in yarışçılığı 2. planda kalmış ve sevimli-şaşkın Çekici Mater’ın ajanlık hikayesi ön plana çıkmış. Filmin başlangıç kısmı gerçekten çok iddialı-petrol platformlarının aydınlandığı sahneye dikkat! Genel olarak 007 James Bond’un animasyon ve arabalara uyarlanmış versiyonunu izliyor gibi hissettim. Ayrıca ülke görüntüleri-Tokyo, Portofino, Londra- hayal gücümü zorlayıcı nitelikteydi. Tabii konu itibariyle yeni tiplemeler eklenmiş hikayeye. Benim favorim Külüstür Mafyasının yaşlı Alman Profesörü oldu, “Wunderbar” çok sevimli! Ayrıca İngiliz Kraliçesine ve Ajan Fin’e (adı Fin idi sanırım) bayılacaksınız. Kısacası büyüklerin de keyifle izleyebilecekleri bir film olmuş.( zaten konusu itibariyle bizim oğlanı biraz aştı sanırım; arada merdiven basamaklarındaki mavi ışıkları incelemek üzere yerinden kalktı.)

DERYA
http://liladunya.blogspot.com/

Seyfi Teoman’ın Tatil Kitabı filmden sonraki ikinici filmi Barış Bıçakçı’nın aynı adlı romanından uyarlama Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Roman uyarlaması filmlere her zaman seviyeli yaklaşsam da bu filmin kitabını okumadığım için bu sefer öyle olmadı. Bu yıl Berlin Film Festivalinde yarışacağnı duydum günden beri bekliyordum filmi. Her ne kadar Berlin’den elimiz boş dönsek de genç bir yönetmenimizin ilk filminde olduğu gibi Berlin’de bize heyecan yaratması bile yetti.

Filme dönecek olursak. Film Ankarada geçiyor. Fakat Ankara’yı sevmeyen benim gibi birisine bile Ankara hakkında tekrar düşünme fırsatı verdi. Yönetmen sekans geçişlerinde ekrana yansıttığı güzel Ankara manzaralarıyla nerdeyse şehrin tüm meşhur yerlerini seyirciye sunuyor.(Belki de tek eksik yanlış izlemediysem Ankara Kalesi’nde herhangi bir sahnenin geçmeyişi) Filmde lise yıllarından beri samimi arkadaş olan Ender ve Çetin’in hayal ettikleri bekar evlerine kavuşmalarından sonra hayatlarına ve evlerine  yakın arkadasları Fikret’in kızkardeşi Nihalin girmesiyle dengeler bozuluyor. Kendilerinden yasça çok küçük olan Nihal evlerine girmesiyle daha bir dikkatli yaşamaya özen gösteren arkadasları büyük de bir tehlike beklemektedir: Nihale aşık olmak, belki de aynı anda… İnsanı gerçekten imrendiren bir bekar evine sahip olan ikili birlikte oldukları her anın tadını çıkarmaya özen gösterirler. Film  boyunca beraber yaptıkları yemekler ve kurdukları sofralar insanın iştahını kabartıyor. Filmde Ender’in de dediği gibi aslında iki yakın arkadaşın yaşadığı bir başka çeşit aşk. İzlediğim belkide hiçbir filmde birbirine bu kadar düşkün (tabiiki de gay olmadan) iki erkek arkadaş görmedim. Film boyunca iki arkadaşın Nihal’le olan ilişkileri de izleyiciyi filmin sonu için meraklandırıyor. Yoksa bu kadar yakın arkadaş bir kız için bir kavgaya veya tartışmaya girer mi? Filmin sonunun çok ama çok samimi bittiğini söyleyebilirim (ama spoiler vermeden).

Yönetmen Seyfi Teoman’ın kamerası gerçekten çok doğru yerde duruyor. Nuri bilge Ceylan’da alıştığımız fotoğraf kareleri kıvamında çekimlere bu filmde de rastlamak mümkün. Bence filmde olması gereken birçok şey vardı. DVDdeki çıkarılmış sahneleri de izlediğinizde yönetmenin ne kadar iyi bir ayıklama yaparak filmini oluşturduğunu görmek mümkün. Çok samimi ortamlarda geçen (dans sahnesi, sofra başı muhabbetleri, yemek pişirmeleri, birbirlerine küfürleri, kokoreç keyifleri…) film gerçekten gördüğü ilgiyi haketmiş. Filmin içinde geçen müzikler de gerçekten filme ayrı bir tat katmış. Ben şimdiden Seyfi Teoman’ın üçüncü filmini sabırsızlıkla bekler oldum….

MEHMET


Sundance Film Festivali’nde yarışmış ve/veya gösterilmiş filmleri izlediğimde çoğu zaman hüsrana uğramadım. Bağımsız filmleri sevenler için buradaki filmler kaçırılmayacak nitelikte oluyor. En son izlediğim 2010 Sundance’da gösterilmiş “Welcome to the Rileys” filmi de beni mutlu etti diyebilirim. Film son zamanlarda sıkça değinilmeye başlayan ‘evlat acısı’ (Allah kimseye göstermesin) temasını işliyor. Bu konuda akla gelen diğer filmlerle (The Rabbit Hole, The Son’s Room, Üç Renk: Mavi) paralellik gösteren kısımları olsada “Welcome to the Rileys” filmini başka kılan unsur evlat acısını unutturan bir başka kişinin olması. 

Filmde, genç yaşta kızlarını kaybene Riley ailesinin hayata tutunma/tutunamama hikayesini izliyoruz aslında. Baba Doug Riley (James Gandolfini), kızının ölümüyle hayata küsen ve uzun süredir evinden dışarıya çıkmayan karısından (Melissa Leo) gittikçe uzaklaşmaktadır. Başka birisiyle görüşmekte, çıktığı iş gezilerini bilerek uzatarak evinden olabildiğince uzak durmaktadır. Yine çıktığı iş gezilerinden birinde, eğlenmek için gittiği barda dansçılık yapan genç bir kızla (Kristen Stewart) karşılaşır. Başlangıçta kendisiyle farklı şekilde ilişki kurmak isteyen genç kızdan uzaklaşmaya çalışır fakat farklı bir mekanda daha düzgün şartlarda tekrar karşılaştığı kızla bu sefer bambaşka bir ilişkiye yelken açacaktır. Doug, bu genç kızı kaybettiği kendi kızı yerine koymaktadır ve en sonunda bir şekilde kızın kaldığı köhne evde para karşılığı kalmaya başlar. Beklenmedik şekilde dışarıdaki hayata adapte olmaya karar veren eşi Lois de haber vermeden Doug’un yanına gitmek için yola çıkar. Ve bu üçlü buluştuğunda tahmin edilenler olduğu gibi, edilmeyen birçok şeyde gerçekleşir. Evlat acısını işleyen Rabbit Hole ve The Son’s Room filmlerindeki can sıkkınlığının yerine bu filmde biraz daha umut var. Kaybedilenin acısı elbetteki hiçbir zaman unutulmaz ama dünya da aynı hızla dönmeye devam eder. The Rabbit Hole’da Nicole Kidman’ın anne rolünde kaybettiği çocuğunun eşyalarına tapan bir karakteri canlandırmasına inat, bu filmde kaybedilen çocuk ile ilgili çok detaya girilmez. Fakat burada da kaybedilen bir çocuğun yerine sevilebilecek birinin – ki burada aslında kötü bir karakter- portresi çizilmeye çalışılır. Alacakaranlık serisinden tanıdığımız Kristen Stewart ve The Soprano’tan James Gandolfini’nin performansı gerçekten iyi. Frozen River filminde kendisine hayran kaldığım Melissa Leo’nun yeri ise ayrı.

Aile içindeki geçimsizlik, evlat acısı, ailedeki yaşlıların durumu, ruhsal bunalımlar…vb. gibi dünyanın heryerinde karşılaşabileceğimiz durumlara değinen filmlerin artması sevindirici. Artık sinema dünyası salt iyinin kötüyü kovuladığı polisiyelerden, aşık olup da kavuşamayan çiftlerden, başına dünya da düşse ölmeyen kahramanlardan bıktı bence. Gerçekleşme ihtimali düşük olaylardan absürd filmler çıkarmak yerine hergün başımıza gelen olaylardan izlenesi ve bamteline dokunan filmler çıkması sinemanın işlevselliğini arttıracaktır. İyi ki bağımsız sinema var.

MEHMET


Alejandro Gonzales Inarritu’nun filmleri, birbiri ile alakasız gibi görünen onca parçanın biraraya gelerek anlamlı bir bütünü oluşturduğu bir yapbozu andırır.Parçalı görüntüler ile başlar bu filmler ve her bir parça kendi kahramanını barındırır. Karakterleri, özenle çalışılmış farklı kişilerdir. Her bir parçada farklı bir film izler gibi olursunuz.

2006 yapımı “Babil” yapboz parçacıklarının en çok bulunduğu filmidir. Fas’ta, babalarına hediye edilen bir tüfeğin söylendiği gibi gerçekten uzun menzili olup olmadığını denemek isteyen küçük Yusuf’un nişan aldığı turist otobüsünde Amerikalı bir bayanı (Cate Blanchett) yaralamasıyla başlar bütün hikaye. Aslında bu başlangıç sadece film için geçerlidir. Esas hikaye, öncesi ve sonrasını kaybettiren bir zaman kurgusu ile farklı kıtalardaki başka hikayeler ile kesişmektedir.  Meksika’nın yoksul bir kasabasında, bir düğündeki yöresel adetleri izlerken bir anda kendinizi Japonya’nın modern ötesi karmaşasının içerisinde bulursunuz.  Zihin, Meksika ve renklenememiş görüntülerin arkasındaki karakterler ile dolmuş iken, Japonya’nın Avrupa özentisi eğlence mekanlarındaki sağır ve dilsiz genç kızın (Rinko Kukichi) filmde hangi sebepten bulunduğuna dair düşünmeye başlarsınız. Babası ile yaşayan Japon kızın, Fas’ta eşini hayatta tutmaya çalışan Amerikalı adam (Brad Pitt) ile olan etkileşimin sebebini merak ile beklersiniz. Inarritu’nun yapbozu sonunda birleşecek ve Fas, ABD, Japonya ve Meksika’da geçen hikayelerin oluşturduğu tabloya zevkle bakacaksınız.

Tarzı olan yönetmenlerdendir Inarritu. 2000 yapımı “Paramparça Aşklar ve Köpekler (AmoresPerros)”de de benzer parçalanmış hikayelerin birleşimi ile ortaya çıkan bütün vardır. “Babil” den farkı, bu sefer hikaye tek bir şehirde Mexico City’de geçmektedir. Üç farklı hikayeyi izletir bize Inarritu. Bir trafik kazasının kesiştirdiği, birbirlerinden bambaşka hayatlara sahip ve öyle hayatlar ki olağan zamanlarda kesişmesi mümkün olmayan, üç farklı hikaye… Köpekleri dövüştürerek para kazanmaya çalışan bir delikanlı (Gael Garcia Bernal) ile reklam panolarını süsleyen popüler bir mankenin hayatı ancak bu kazada kesişir. Çulsuz bir Meksikalı’nın gözleri önünde… Yaşamın her daim sebep ve sonuç sürecinden geçtiğini ve bazı sonuçların öncesinde tahmin edilemeyecek sebeplerden oluştuğunu  düşünürsek, doğal olan tesadüfleri incelikler ile işleyerek sinemaya uyarlayan Inarritu’yu keyif almadan izlemek mümkün değil.

ALPER AĞIRMAN
http://keyfimizvebiz.wordpress.com/

Becca (Nicola Kidman) ve Howie’nin (Aaron Eckhart) mutluluk arayışını anlatan dram öğeleri ağır bir film. Film, çiftin 4 yaşındaki çocuklarını bir trafik kazasında kaybettikten sonraki 8. aylarında başlıyor. Normal yaşamlarına devam etmeye çalışan Beca ve Howie’nin, nasıl normal bir şekilde devam edemediğini ve mutluluk arayışında uygulamak istedikleri farklı yöntemleri izliyoruz.

Becca, herşeyi ile çocuğunun anılarından kurtulmak istiyor. Kıyafetlerini bir yardım kurumuna veriyor, kazaya sebep olan köpeği annesine gönderiyor ve nihayetinde evi satıp gitmeyi istiyor. Howie ise acısını, daha farklı bir şekilde, anıları yaşayarak atmaya çalışıyor. Telefonunda kayıtlı oğlunun videosunu izleyerek, onun odasında vakit geçirerek ve evi satmaya direnerek… Birlikte başladıkları terapi derslerine yalnızca Howie devam etmek zorunda kalıyor. Becca ise bunun bir çözüm olmayacağını söyleyerek gruptan ayrılıyor. Becca, acısını yaşarken bazen Howie’ye sert çıkıyor, bazen hamile olduğunu öğrendiği kız kardeşine, bazen de aynen kendisi gibi çocuğunu kaybetmiş olan annesine. Ama bu arayışta ona asıl yardımcı olacak kişi, oğlunu ondan alan arabayı kullanan genç Jason (Miles Teller) oluyor. Jason’ın da acıyı içten yaşayan halini görmek Becca’nın acısını hafifletebiliyor. Onunla görüşmeye başlıyor. Paylaşıyor.Çizgi romanlarını okuyor. Onun hayal dünyasındaki tavşan deliğini anlamaya çalışıyor.

Orjinal ismi “Rabbit Hole (Tavşan Deliği)” olan film Türkçe’ye -belki de yakışır bir biçimde- orjinalinden farklı olarak “Mutluluğun Peşinde” olarak çevrilmiş. Son kareye kadar karakterlerin mutluluğun peşindeki içsel seyahatlerini  başarılı bir şekilde veren film, mutluluk anını doyasıya paylaşıyor mu?..

Filme mutlu iken gitmek en iyisi. Aksi bir hayli yorar.
Bizden aldığı not : 6,3   (IMDB: 7,3)
 
ALPER AĞIRMAN
(http://keyfimizvebiz.wordpress.com/)

Ve senelerdir bıkmadan usanmadan beklediğimiz son gelip çattı. Bir seri daha bitti. Remake yapılana kadar bir 30 sene rahatız. Şahsen, diğer gişe canavarı film serilerinin yanında eli yüzü düzgün bir ürün olduğundan o kadar da sevindiğimi söyleyemeyeceğim. “Spider Man” serisini tekrardan seyredene kadar yeni baştan bir “Sırlar Odası” seyretmeye razıyım.

 Neyse gelelim filmimize. Gelelim de ne anlatsam acaba. Zaten serinin en az bir bölümünü seyretmişinizdir. Konu hakkından haberdarsınızdır. Usta büyücümüz Harry Potter’ın okul hayatı boyunca 2 can ciğer arkadaşı ile birlikte hazırlandığı büyük savaş artık bu bölümde verilecek. Kötü ve faşist büyücü “İsmi Lazım Değil” artık yolun sonuna geldi. Acı bir ölüm onu bekliyor. Bunlara artık spoiler demiyorum çünkü, benim gibi kitabı hiç okumadan seriyi seyredenler bile sonunda ne olacağını artık biliyor. Bu kadar bilgiden sonra “Titanic” filmi bile daha süpriz bir sonla çıkar karşımıza. Gelelim teknik detaylara. Ama burda da anlatılacak yeni bir şey yok. Zaten Bölüm 1 ile aynı anda çekildikten sonra kurguda iki filme ayrıldıkları için, bir önceki bölümü seyrettiyseniz görsellik ve oyunculuk anlamında hiçbir farkı yok. Hoş öncekiler de çok mu farklıydı? Şahsen seriyi sinemada takibe, tam ortasından başlayan bir seyirci olaraktan, genel anlamda filmlerden tatmin olarak çıkıyordum. Bu son halka da öncekilerden ne eksik ne fazla. Beton askerlerin savaş pozisyonu alması, okuladaki savaş çekimleri, ekstra güzellikleriydi. Diyaloglardaki gençlik espirisi kırıntıları, oyunculuklardaki ustalıklar ise önceki filmlerin izinden gidildiğinin göstergesiydi.

Yine de eğer istikrarlı bir Harry Potter seyircisi iseniz; Hermione ve Weasley’in ilk öpüşmelerini, kahramanlarımızın saçma sapan yaşlılık hallerini, başından beri kurgulanmaya çalışılan bir takım sırların açığa çıkmasını ve büyük kapışma sahnesini görmek için sinemaya gitmenizi tavsiye ederim. Ayrıca Voldemort’un ölümü çok sade başarılı ve yerindeydi. Filmin en başarılı sahnesi diyebilirim. Sonuç olarak sadece üst paragraftan anlam çıkaranlara tavsiye olunan vasat üstü bir seyirlik. Artık ben de gişe canavarı filmler hakkında atıp tutmak yerine, festival görmek, sinemanın üstadlarının filmleri ile coşup, bu satırlara mehtiyeler düzmek istiyorum. Gelsin artık Eylül…

Puan: 5/10
CİLASUN

The Way Back/Özgürlük Yolu

Yayınlandı: Ağustos 2, 2011 / ***Tüm Yazılar, *Filmler

The Way Back ya da Türkçe adıyla özgürlük yolu adlı filmi izledim. Filmin hikayesi gerçek olduğu iddia edilen bir kitaba dayanıyor ama ciddi şüpheler varmıs bu konuda. Konusuna gelince, Stalin döneminde Gulaglardan (kısaca esir kampı-hapishane kampı tarzı Sovyet mamulü) kaçan bir grup mahkumun Hindistan  yolundaki maceraları anlatılıyor. (4000 mil ya da 6500 km) Basınımızda Stalin dönemini eleştiren bazı yazarlar, liberal solcular da dahil, bu filmi Stalinist döneme mersiye yazan fraksiyonlarla izleme tavsiyesinde bulundular, “siz övuyorsunuz ama bir bakın da görün övdüğünüzü tarzından” fakat bunu yazan kisilerin filmi izlediklerini zannetmiyorum çünkü film Stalin dönemine ait çok az vurgu içeriyor, yapılan vurgular da filmin başında başrol oyuncumuzun (Jim Sturgess) Sovyet subayı tarafindan medeni bir şekilde sorgulanması (hikayeden çıkardığımız üzere yakın akrabalara baskı ile yalan şahitlik yaptırılması) ve 2 dk bile sürmeyen kamptaki yemek sırasındaki insanlarin sefil hali ve mücadelesi. Film bir dönem eleştirisinden çok vahşi doğa karşısında insanoğlunun zayıflığının anlatıldığı bir film tadında, zaten National Geographic Entertainment’in filmin yapımcıları arasında yer aldığını düşündüğumüzde bu anlaşılabilir bir durum.

Film boyunca Sibirya soğuğundan, Moğol stepleri ve Çin çöllerinin acımasız sıcağına, oradan yine Himalayalara ve sonunda Hindistan’a ulaşan görsel bir şölen içinde durmadan, ama arkalarında kimse olmadan,  bol bol yürüyen bir grup trekker var karşımızda. Bu kadar uzun coğrafyayı (6500 km) 2 saatlik bir filmde göstermek isterseniz haliyle ya hikaye kurgusundan ya da coğrafyadan ödün vereceksiniz, filmin yapımcıları hikayeyi biraz boşlamışlar, ve ortaya Sibirya’dan doğaya bırakılan 7 adet zayıflatılmış Bear Gryll’in Hindistan yolu maceraları tadında bir film çıkmış. Burada diğer bir problem ortaya çıkıyor, filmin başında çok sağlam bir spoiler var, “bu film Sibiya’dan kaçan 3 adamın 4000 millik kaçış hikayesi” tarzında, yani filmin başından itibaren hikaye ve doğa kadar kaçan arkadaşların (7 kişi) hangi dördünün ne zaman ve nasıl öleceğine dair çaba konsantrasyonunuzu ve heyecanı daha da aşağılara çekiyor.

Peki bu film niye izlenir. Sakın filmi aman yoldaş Stalin dönemi nasılmış  fikriyle izlemeye kalkışmayın. Film Sibirya Moğolistan, Çin, Gobi Çölü, Himalayalar, Tibet ve Hindistan gibi ismini bilip belki de insanlar buralarda nasıl yaşar, doğası nasıldır diye ayrıntılarını bilmediğimiz coğrafyalar hakkında güzel bir tat bırakıyor damakta.
 
Son olarak filmin girişinden bir kaç cümle: “Halk düşmanları! Çevrenize bakın ve bunu bilin! Bu hapishaneyi teşkil eden silahlarımız, köpeklerimiz veya dikenli teller değildir. Sizin hapishaneniz Sibirya’dir, 13 milyon kilometrekare alana yayılır. Tüm bu tabiat sizin gardiyanınızdır. Doğa burada acımasızdır. Hayatta kalsanız dahi yerli halk sizi öldürecektir.
Avladıkları her bir firari başına ödül alırlar”
 
not1: Film boyunca ne kaçanları kovalayan asker var ne de ödül peşinde yerli halk, bir koşan bizim arkadaşlar,
not 2: Ed Harris pragmatist ama yeri gelince yumuşayan, içinden humanizma fışkıran babacan Amerikalıyı oynamış, iyi de oynamiış, yakışmız, 
not3: Şerefsiz çıkarcı bir Rus adi (her iki manada adi) mahkumunu oynayan Colin Farrel dostumuza hem Rus aksanı hem de tipi tam yakışmiş, adam iyi oyuncu ama ruhunda da var biraz bu özellikler eski bir röportajindan hatırladığım kadarıyla,
not4: sondaki İngiliz Hindistanının Hintli sınır subayı çok sempatik, işler alt kıtada (sub-continent) nasıl dönmüş, donüyor ve dönecek gayet güzel anlatıyor,
not5: 7.3 fazla olmuş bu filme:)

AHMET K.