‘*Yönetmenler’ Kategorisi için Arşiv


Fikir nedir? Fikir çilesi nedir? Fikir işçisi nedir ve kimdir bunlar? Hayatı yekpare bir ‘eğlence’nin ötesinde algılayan ve ona ‘hayat bulmuş yaşam’ dedirten şey bu fikir çilesi değil midir? Kendi dünyamızdan bir Nurettin Topçu, bir Necip Fazıl, bir Cemil Meriç, bir Peyami Safa ve adını saymakla bu satırlara sığdıramayacağımız onlarca, ama yine de bir avuç insan yukarıdaki ‘nedir’lere hayatları ve eserleri ile cevap olmuş müellifler değil midir? Onların yaşamları ve eserleri hayatın gerçek manası itibari ile algılanabilmesi ve ona değerinin verilmesi adına tetkik edilmesi zorunlu şeylerdir. ‘Sorgulanmayan yaşam yaşanmaya değmez’ diyordu Sokrates. O ve O’nun gibi şahıslar düşünmüşler, sorgulamışlar ve yazmışlardır. Peki, sinemadaki durum nedir? Kaç fikir işçisi yönetmen var? Eserleri ile düşünen ve düşündüren kaç yönetmen, kaç yazar var? İnsana varoluş, yaşam, sevgi, aşk, ölüm ve ötesi hakkında kaç kişi bir şeyler anlatmakta ve en azından soru sordurabilmekte? Sinemada fikir çilesi çeken ve onun hamelesi haline gelmiş kaç yönetmen var acaba?

Bu denli çetrefilli sorulara bir hamlede cevap verebilmek hoş karşılayacağınız üzere basit değildir. Yine de düşünmeye teşvik babından; o karanlık fakat bizi nice aydınlıklara alıp götüren yahut nice aydınlıkları getirip bize sunan salona doluştuğumuzda, en azından perdeye yansıyan esere bu sorular çerçevesinde bakabilmek, onu hallaç edip okuyabilmek seyirci/eleştirmen açısından bir sosyal sorumluluk zannediyorum.

Su, güneş, gökyüzü, ağaç ve tabiatın o eşsiz musikisi… Zahirden batına ve aşkına giden bir görsellik ve anlatım, farklı diyarlardan bize ulaşan bir ses. Hepsinin son uğrağı inkârı namümkün; ‘Ruh’. Öğelerini hep dünyanın incitilmemiş, kirletilmemiş metalarından alan ve noktayı metafizikle koyan bir sinema anlayışı. ‘Dünya problemi insanla tanıdı’ anlayışının bir göstergesi olan bir sinema. Bir fikir işçisi, tek yazar, tek yönetmen, iki film:Terrence Malick, ‘İnce Kırmızı Hat’ ve ‘Yeni Dünya’. Biz şimdilik sadece Malick’in ‘Yeni Dünya’sına değineceğiz.

Yeni Dünya’ adının da anımsattığı gibi bir keşif filmi. Film, içindeki tüm taraflar (yerliler-İngilizler, Pacohontas-Smith, Rebecca-John) adına keşif/tanıma/anlama gayretini işler. Hatta daha da beliğ ve önemli olan ise, film kendi başına da, her insan için kendini tanıma-keşfetme davetiyesini de taşır üzerinde. ‘Keşif’ duygusuna aşık bir insan için yeni bir keşiften öteye gittiği sonunda anlaşılan bir kadının, yeni bir kıtanın, yeni haritalar için yepyeni sahillerin keşfi… Yeni ruh dünyalarının keşfine yelken açan bir yolculuk. Yelken imgesinin bunca sık kullanımı ve önemi de buradan kaynaklanıyor zaten.

Kameranın ardındaki güç; ön plandaki hikâyeye karşı oldukça rahat tavır içerisinde: ona takılmıyor, seyircinin ona takılmasını da arzu etmiyor, çok mantıklı/rasyonel olmasına önem vermiyor. Ve çok çabuk geçiyor hikâyeyi. Yani bilinçli bir tercih söz konusu burada. Asla değil fasla bakma meselesi. Aynı durum ‘Yeni Dünya’daki kadar olmasa da ‘İnce Kırmızı Hat’ta da var. Kaptanın düşmanlardan ve kralın varlığından bahsetmesi, dil probleminin çarçabuk sayılabilecek şekilde çözülmesi, mısır tohumlarının İngilizlere verilmesi, yerlilerle ilk kan dökülmesi gibi hadiseler film içerisinde, yönetmenin niyetinin iyi anlaşılması ile hoş görülebilecek bir hal alan, fakat havada kalan şeyler. Yani kaptan hangi düşmanlardan bahsediyor? dilini bilmediği yerlilerle nasıl konuşarak kralın varlığına kanaat getiriyor? Yeni bir dünyaya yerleşme düşüncesi ile gelen İngilizler mısır tohumlarını kendileri getirmiş olamazlar mı? gibi sorular akla gelse de yönetmen ve amacı nezdinde bu sorular çok önem arz etmiyor.

Kaptan ‘geleceğin ülkesini kurma’ maksadı ile yeni topraklara adım attıklarını ve bu işte öncü olduklarını yinelerken, aç kalan adamları karınlarını doyurma yerine altın arama gayretine giriyorlar. Yine asıl maksadın sömürü olmadığı vurgulanmasına karşın [-ne zaman araştırmaya çıkacağız efendim. –buraya yağmalamaya gelmedik.], yeni toprak keşifleri, dolayısı ile yeni maden ve zenginlikler her daim İngilizlerin akıllarının bir köşesinde duruyor. Bu nokta üzerine değinip geçse de Terrence Malick; asıl eleştiri oklarını modernite, ‘çağdaş’ uygarlığın yıkıcılığı, yıpratıcılığı, ‘insanın tabiatını’ ve ‘tabiatın saflığını’ nasılda heba ettiğini üstüne basa basa izah ediyor. Yeni Dünyaya ayak basıldığında ‘Tanrının merhameti kimseyi ayırt etmeden ve fakirleşmesine izin vermeden nimetlerle donatması, kendisine ve insanların kendi arasındaki sevgiyi dahi pervasızca/hesapsızca vermesi’ diyor yönetmen. Zaman ilerleyip merhametin lanete inkılâbı, sevginin hasede, nimetin nikmete, temizin kirliye çevrilmesi… Hepsi de imgelerle okuyucunu [evet Terence Mallick filmi okunur!] önüne seriliyor.

1600’lerde geçen filmi günümüz dünya dengelerine uyarladığımızda; sömürünün bitmeyip sadece şekil değiştirdiği, sömürenin ise hiç değişmeden devam ettiği ayan beyan görülüyor. ‘İnce Kırmızı Hat’ bu noktada âdemoğlunun nasılda bir hiç uğruna savaştığı; hasedin, kinin, öfkenin ve samimiyetsizliğin enfüsi planda insan [ruhu], afakî planda âlem üzerine nasıl olumsuz tesir ettiğini gözler önüne daha net sunuyordu. Aynı söylem ‘Yeni Dünya’da daha şümullü fakat daha muğlâk olarak seziliyor. Daha şümullü; çünkü savaştan daha ziyade aşk-sevgi ön planda (çünkü sevgi mahlûkatın mayasıdır), daha muğlâk çünkü yönetmen cümleyi noktalamıyor, izleyicinin bunu yapmasını öngörüyor. İktidar mücadelesi, açlık karşısında insanın nasıl insanlığını kaybederek kendi türünü yemesi (Akif’in ‘dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi’ dediği yer işte!), ceviz kabuğunu doldurmayacak tartışmalar ve mücadeleler. Mimsiz medeniyet dedikleri nokta bura olsa gerek.

Kaptan Smith yerlilerle görüşmeye gönderilip tek başına onların ortasında kaldığında; yerliler tarafından ilginç bir seansa tabi tutulur. Bir ‘arınma’ ile neticelenen seans; John’u geçmiş kirlerinden(!) temizlenmesi/arınması olarak okunabilir. Bu arada birkaç saniyelik bir yelken açılma sahnesine şahit olmamız, hem yeni bir keşfe çıkan hem de keşfe âşık bir kâşifi işaretler. Yerlileri, yaşam ve inanış biçimlerini keşfedecek hem de onlarla yetinmeyerek yeni sahillere yelken açacak bir kâşif (sonunda pişman olmasına rağmen!). Filmin çeşitli yerlerinde görülen kuşlar devranın dönüp durduğu ve hiç bitmeyen bir yolculuğun parçası olduğumuzu işaretler.  

Malick’in kamerası tüm olup bitenin peşinden hiç durmadan gider; yer yer dua için göge kaldırılmış avuçlar gibi semaya seslenir. Bu bağlamda Malick’in kamerası ‘vicdan’ın vizörü, içsesleri de ‘vicdan’ın fısıltılarıdır. 

İlkinden son karesine kadar sinemayla dopdolu, vicdanı konuşturup maddeyi susturarak ruha seslenen, ruhu seslendiren, mutlak saadetin yalnızca bu dünya ile sınırlı olmadığını izah eden, değişik ve geniş okumalara izin veren bir film ‘Yeni Dünya’. Keşfedilmeye değer aynı zamanda muhtaç.

Hüseyin (huseynozr@gmail.com)


Geçenlerde, TRT’de yeni başlayan “Leyla ile Mecnun” dizisinin ilk bölümünü izlerken, bir gariplik hissettim… Dizi, isminden de anlaşılacağı üzere, aşk üzerineydi; ama senaryoda bir anormallik vardı. Olaylar normal bir şekilde işlemiyordu, ama normal gibi görünüyordu. Kıllanmaya başlamıştım. Hani annenizin pastasının tadını nereye gitseniz hatırlarsınız ya, aynen öyle bir şey oluyordu bana da. Bu dizinin senaristi ya da yönetmeni benim tahmin ettiğim adam olmalıydı. Ama tam emin olamıyordum, derken dizide geçen bir kitap kafamdaki tüm soru işaretlerini siliverdi.>> Yazının devamı için: http://www.kulturmafyasi.com/2011/03/14/onur-unluye-dair/ (Kaynak: Kültür Mafyası)

MEHMET