Mesajlar Etiketlendi ‘Academy Award’


Geçen hafta Akademi jürisi ile beğenilerimiz tutuyor demiştim ya. Arada tutmadığı da oluyormuş işte. Bir hafta aradan sonra vizyondan düşmeden bu senenin en büyük ödülüne layık filmi de görebildim.
 
2. Dünya savaşının başlamak üzere olduğu bir anda ölen İngiltere Kralı V.George yerine geçmek üzere, (filmin saçma çevirisindeki isminde vurgulandığı gibi) zorlama seçilen küçük oğlunun, bu göreve layık olabilmesi için, kekemelik problemini yenme öyküsü, aslında klasik bir İngiliz Kraliyet ailesi öyküsü. Filmin teknik yönlerine hiçbir kusur bulmak mümkün değil. Dönemin, yakın tarihimiz olması sebebiyle yarı abartılı kostümler, başarılı mekanlar son derece yerinde. Bu aşamada, geçen haftaki filmle karşılaştırma yapacağım, fakat oyunculuk sadece bir kişi üzerine kurulmuş, o da kral. Burada Colin Firth, çok başarılı ve aldığı Oscar’ı sonuna kadar hakediyor. Fakat yine de Natalie Portman daha çok haketmiş, bunu iki filmi de üst üste seyrettikten sonra anlıyorsunuz. Yan rollerde en az başroldeki oyuncu kadar ünlü kişiler, tamamen kralın en iyi erkek oyuncu Oscar’ını alabilmesi için çalışıyorcasına başarılılar. Her sahnede karlı daha da gözümüze sokuyorlar, bu bile ayrı bir başarı.
 
Film bu hali ile oyuncu Oscar’ını sonuna kadar hakediyor. Fakat sorun bundan sonra başlıyor. Bunun gibi, İngiliz aristokrasisine yönelik filmlerden her sene ülkemizde en az 2 tanesi gösterime giriyor. Hepsi genelde bunun gibi temiz ve çok başarılı filmler oluyor. Birçoğu, aynı bu film gibi Oscar’larda yarışıyor ve oyuncu ödülleri yanında yan ödüllerden de paylarına düşeni alıyorlar. Bu filmin ötekilerden ne farkı vardı onu kavrayamadım ben. Bir “Queen” veya “Sense and Sensibility” en iyi film Oscar’ını ne kadar hakediyorsa, bu film de o kadar hakediyordu. Bu aldıysa diğerleri neden almadı? Aslında biraz düşününce, bu sene doğru dürüst film yokluğunda, İngiliz sarayını Hollywood tarafından taçlandırmak fena da bir fikir olarak gelmiyor, diyorum ve bu konuyu da ucu açık bırakıyorum.
 
Son olarak filmin sonu çok ironik ve etkileyici idi. Başka bir filmde seyretsek, çok abartılı bir savaş ilanı sahnesine dönüşebilecek konuşma, filmin orjinal ismine ithaf olunarak, gayet mutlu bir şekilde seyrediliyor. Ağızdan çıkan her cümlede, evet başardı diyerek yüzümüz daha bir gülümsüyor. Halbuki çıkan kelimelerin manası çok bambaşka. Son derece dokunaklı bir sondu. Bu aralar film sonlarını çok seviyorum ya, bu da onlardan.
 
Bu filmi seyredin, konuşmalardan geri kalmamak adına. Fakat yukarıda saydığım iki filmi seyretmişseniz, nasıl birşey ile karşılaşacağınızı bilerek seyredin. Beklentiniz o yönde olsun. Bu filmlerin adını ilk defa duyuyorsanız, boşverin seyredin önerimi, Oscar’ı. Siz hayatınızı yaşamaya devam edin. İyi seyirler.
 Puan:7/10
CİLASUN

sinemada film izlerken uyuklamaya başardım!

galiba ilk kez bi filmi sinemada izlerken ikinci yarısının yarısından fazlasını uyuklayarak geçirdim…
hangi film mi? 
biutiful
sahi ne anlatıyodu 
FATİH
 
NOT: Fatihcim ben onu bunu bilmem…Bir filmde hem Innaritu hem de Bardem varsa o film izlenir….ama kendim izlemedim daha. İzleyip ben de düşüncelerimi paylaşıcam burada ama film hakkında yazılmış bazı eleştrileri sunayım size…belki film hakkında daha geniş fikir sahibi olmamıza yardımcı olur… MEHMET
 

The King’s Speech, Kral 6. George’un konuşma problemi üzerine odaklanan bir film. Kekeme bir adam olan George’un hem kral oluşunu, hem de kral oluşu sırasında konuşmasını düzeltmek için gördüğü terapileri anlatıyor. Bu terapilerde kralımız hem kekemelik sorununun derinliklerine iniyor, hem de bir dost ediniyor.

Yönetmen Tom Hooper için Oscar ve DGA tahminleri yapıldığında ciddi anlamda şaşırmıştım. Çünkü kariyerine baktığınızda genelde televizyon odaklı işler görüyorsunuz. 13 Emmy, 4 Altın Küre alan John Adams; 3 Altın Küre’li Longford ve 9 Emmy, 3 Altın Küre alan Elizabeth I…….

Kapsamlı Değerlendirmeı İçin: http://theoscarboy.com/2011/01/25/the-kings-speech/


13.Randevu İstanbul Film Festivali’ne 127 Saat filmini izlemek için gitmiştim fakat biletleri tükendiği için bunu başaramamış, onun yerine Biblothek Pascal filmiyle yetinmiştim. Fakat sonunda muradıma erdim ve filmi izleme fırsatını buldum. Slumdog Millionaire filminin ünlü yönetmeni Danny Boyle‘nin son filmi hikayesini gerçek yaşamdan alıyor. Aron Ralston adlı bir dağcının Amerika’da bir kanyonda sıkışmasını ve 127 saat boyunca sıkışan elini kurtarmak için gösterdiği çabayı konu edinen film Ralston’un “Between a Rock and Hard Place” kitabından uyarlanmış. Film şimdiden birçok ödül aldı ve daha da alacağa benziyor. (Aldığı ödülleri ve aday gösterildiği yarışmaları theoscarboy.com adresinden takip edebilirsiniz.)

Filme dönersek… Aron’un(James Franco) şehir izdihamından kaçarak tek başına çıktığı kanyon gezisi gayet güzel başlar. Biryere kadar arabasıyla gittiği yolu bisikletiyle tamamlar. Kanyonda tanıştığı kızlara rehberlik yapar. Neşesi fazlasıyla yerindedir ta ki kayıp düştüğü ve elinin sıkıştığı ana kadar… Aslında filmde burda başlar. Sesini kimseye duyuramayan Aron acaba kurtulabilecek mi? Film bu dakikadan sonra Rodrigo Cortez’in klostrofobik draması Toprak Altında (Buried-2010) filmini hatırlatıyor seyirciye. (Filmde bir tabutta gözlerini açan Amerikalı tır şoförü Paul’un doksan dakika boyunca Iraklı teroristler tarafından kapatılıp gömüldüğü tabuttan çıkma çabasını izliyoruz. Tamamı tabutta geçen film sonuna kadar izleyiciyi heyecan içinde bırakmayı başarmıştı.) 127 Saat’de Aron, Toprak Altında filminin aksine hayallerle geriye dönüş yaşıyor ve mutlu ailesini, arasının iyi olmadığı eski kız arkadaşını, gençliğini ve çocukluğunu hatırlıyor. Azalan suyu (-ki susuz kaldığında hayalini kurduğu Amerikan malı içeceklerin reklamını da es geçmemiş yönetmenimiz-) ve yiyeceğiyle sıkıştığı yerden kurtulma azmini yitirmeyen Aron için tek çare kalıyor: Kolunun bir kısmını kesmek… Sonunda özgürlüğüne kavuşan Aron’un tek hedefi tabii ki geride bıraktığı ihtişamlı şehir hayatı oluyor. Filmin sonunda Aron’un gerçeğini de görüyoruz. Evlenmiş ve çocuğu olmuş. Kolunda metal bir mekanizması var ve tırmanmaya devam ediyor.

James Franco için ayrı bir parantez açmak gerek bence. Örümcek Adam serisi, Kahraman Pilotlar, Tanrının Vadisinde filmlerinden tanıdığımız Franco’nun canlandırdığı ilk gerçek kişi değil bu. Daha önce de Milk ve Howl filmlerinde de gerçek kişilikleri canlandırmıştı. Filmdeki rolü kapmak için Boyle’yi oldukça uğraştırdığını duyduğumuz Franco rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. Zahmetli bir işe talip olan oyuncu performansıyla Oscar ödülünü alırsa şaşırmamak gerek bence.

Filmin müzikleri de oldukça başarılı. Fimin başındaki ve sonundaki parçalar kendisini tekrar ve tekrar dinletmeyi başarıyor. Bildiğim kadarıyla da filmin müzikleri Altın Küre Ödülleri’ne aday olmuş durumda. Fimin bütçesi için 25 milyon dolar rakamı telaffuz ediliyor. Ben hem 127 saat filminin hem de Toprak Altında fiminin – ki bu filmde 17 milyon dolara yapılmış- nasıl bu kadar masraflı olduğuna inanamıyoum. Özellikle Toprak Altında filmi…Sadece ama sadece tabutta geçen bir film nasıl olur da 17 milyon dolara mal olur. Galiba 127 saat filmi için stüdyoda kanyon yeniden inşa edildi. Yoksa bu kadar bütçenin çıkması imkansız.

Film şubatta Türkiye’de vizyona giriyor.

MEHMET


Leon’u iki kere V For Vendetta’yı üç kere beğeniyle izleyen biri olarak  bu filmde de Natalie Portman oyunculuğunu yine konuşturduğunu düşünüyorum. Portman filmde naif bir balerini canlandırıyor. Ama kelimenin tam manasıyla naif.. Hayatında bir tane bile koyu renk barındırmıyor ya da barındıramıyor diyelim. Annesinin de eski bir balerin olmasından dolayı onu tam bir dansçı olarak yetiştirmiş. Ve hayatında son derece baskındır. Nina’nın Kraliçe olarak canlandıracağı “Kuğu Gölü” balesinde beyaz kuğuyu mükemmel bir şekilde başarırken kötülüğün timsali siyah kuğu da zorlanır. Ama Nina’nın arzuladığı tamamen “Kusursuz” bir resital ortaya koymaktır. Bu durum kendi içinde ikilemlere sürüklenmesine sebeb olur. Film zaten bu gelgitleri barındıran tam bir psikolojik gerilim..Bu sene Oscar’da çok büyük ödüller alacağını imdb’nın 8.7 puanı tasdikliyor. Yönetmen koltuğunda da “Darren Aronofsky” var.. Bana göre Aronofsky’ni n “Pi” ile birlikte en iyi filmlerinden biri.. Türkiye’de şubatta gösterimde olacak. Özellikle uzun süredir iyi bir film izlememiş olanlara tavsiye ediyorum..

SMYY


Belçika’nın bu yılki Oscar aday adayı olan İllegal filminin ana teması mültecilere karşı yapılan zulümler…14 yaşındaki oğlu Ivan ile Belçika’da yasadışı olarak yaşayan Rus Tania üzerinden bu konuya eğilen film yasadışı olanın kişiler mi sistem mi olduğunu sorgulamamıza yardımcı oluyor. Belçika sinemasının tipik “kasvetli hava” modunda çekilen film baştan sona izleyicileri geriyor. Yapılan zulümleri gördükçe daha da rahatsız bir hal alan film bittiğinde sanki size yapılan işkenceler de bitmiş gibi bir duygu yaşatıyor.2010’da Cannes film festivali, Quinzaine Des Realisateurs Bölümünde gösterilmeye hak kazanmış İllegal, Belçikalı yönetmen, Olivier Masset-Depasse’in ikinci uzun metrajlı filmi..(Diğeri “Cages”-Kafesler filmi-2006) Yönetmenin bir röportajında söyledikleri aslında filmi çekme sebebini de gösteriyor:
“Ben Tania’yı değil, fakat insan haklarına saygılı olması beklenen ama hiç de öyle olmayan ülkelerimizdeki,  göçmen-tutuklama merkezlerini illegal görüyorum. Sistemin kendisi illegaldir. Bu merkezlerde tutulan mültecilerin büyük bir çoğunluğu, açlıktan, diktatörlükten, ya da savaştan kaçarak aşırı tehlikeli, ve zor bir yolculuk sonucu bize ulaştığında, biz de onları hapishaneye atarak karşılıyoruz. Onlara adi suçlular gibi davranıyoruz.

Pek çok film bu insanların bize kadar ulaşabilmek için nelere göğüs gerebildiklerini işledi. Ben ise, ülkelerine dönsünler diye, bizim onları nelere dayanmak zorunda bıraktığımızı göstermek istedim.Birgün evime sadece 15 km mesafede, böyle bir tutuklu merkezi olduğunu öğrendiğimde, konu hakkında daha çok şey bilmek istedim. Bir gazeteci ve bir insan hakları yasal danışmanı yardımı ile göçmenler, göçmen yakınları, polis ve gardiyanlarla pekçok görüşme yaptık. Bir tutuklu-merkezine girip incelemeler yapmayı başardık. Ayrıca gerçek bir sınır-dışı edilme operasyonuna tanık olmama izin verildi. Filmde gördüklerimizin tümü gerçek hayatta mutlaka meydana gelmiş şeyler. Ayrıca, polis ve gardiyanların da sistemin kurbanları olduklarını göstermeye çalıştım.”

Müziğiyle de öne çıkan film, Amerika Birleşik Devletleri’nden benzer bir durumu yansıtan “The Visitor”  filmiden sonra hassasiyetiyle alkışı hakediyor. 16.Gezici Festival 2010 kapsamında Ankara’da gösterilen filmin müziğine ulaşmak için:

http://www.youtube.com/watch?v=D9JU-xx0cwc

MEHMET

 


Elimdeki set son zamanlarda hazırlanmış en güzel ve en faydalı eserlerden biri. Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi olan “Yumurta, Süt ve Bal” filmleri ve bu filmlerin kamera arkası görüntülerinden oluşan ekstra DVD ile birlikte Semih Kaplanoğlu ile yapılmış nehir söyleşiden oluşan kitap sinemaseverler için hazine değerinde bence. Filmler hakkında uzun uzun konuşmaya gerek yok zaten. Uzun süre konuşuldu ve tartışıldı. Ve son olarak Bal filminin “Altın Ayı” ödülünü alması yönetmenin ne kadar doğru bir iş yaptığının göstergesi oldu. Bir sinemasever olarak kamera arkası görüntüleri izlemek ufkumu oldukça genişletti. Bir iki saatte izlediğimiz bir filmin yapım aşamasının ne kadar zor olduğunu gördüm. Senaryo üzerine çalışmalar, storyboard çizimleri (Her yönetmen kullanmaz bunu), çekilecek mekanların seçimi, oyuncu seçimleri gerçekten emek isteyen süreçler. Kamera arkası görüntüleri özellikle izlemenizi öneririm. Kitaba gelince…Kitapta Semih Kaplanoğlu’nun sinema olarak ve kişisel özellikler olarak gelişimine an be an tanık oluyorsunuz. Daha 1-2 yaşlarında gittiği sinemaları bile hatırlıyor nerdeyse Kaplanoğlu. Yusuf Üçlemesine gelene kadar geçtiği tüm evreleri, çektiği dizi filmleri, film çekmek için gösterdiği çabaları, Ece Ayhan’la aynı evde paylaştıkları zamanları okuyabiliyoruz kitapta.Kitaptan birkaç alıntı yapayım size:

 “Andrey Tarkovski’nin ‘Ayna’ sını söyleyebilirim. ‘Ayna’ benim sinemaya bakışımı altüst etti.Sinemanın nasıl bir şey olabileceğine dair ilk düşüncelerim o filmi izlediğimde oluştu.” (Syf.13)

“…1-2 yaşındayken ve çok net hatırlıyorum beni arabaya bindirmelerini, sinema bahçelerini, beyazperdeyi, orada seyrettiğim filmleri…” (Syf.15)

Bu seti kaçırmayın derim.

MEHMET