Kasım, 2011 için arşiv


Filmekiminde biletler satışa çıktığında fark ettik ki, izlemek istediğimiz filmlerin, istediğimiz seanslarda biletleri çoktan tükenmiş. Sanırım Lale Kart sahipleri, önce satın alma haklarını yoğun bir şekilde kullanmışlar. Biz üzülsek de mutlaka desteklenmesi gereken İKSV için sevindirici bir haber bu.

Çok sevdiğim bir dostumun, üniversiteden yakın bir arkadaşının çektiği filmin, Sundance’de ödül aldığını biliyorduk, ve filmekiminde gösterileceğini öğrenince mutlaka izlemeliyiz dedik. Mike’ın, editörlüğünü yaptığı, Leonard Cohen üzerine bir belgesel olan “I’m your Man”‘i de rahmetli Emek Sinemasında birlikte çok beğenerek izlemiştik. Yönetmenlik yaptığı bu ilk uzun metrajlı filmine sadece haftaiçi seanslarında yer kalması üzerine, işten kaytarmanın vicdan azabıyla, iş stresinden uzaklaşmanın verdiği rahatlamanın karışımı duygularla, bir işgünü sabahı sinemanın yolunu tuttuk.

Filmin, (neredeyse birinci ağızdan) ne zorluklarla ve ne kadar düşük bir bütçeyle çekildiğini bildiğimden, filmin yazarı, yönetmeni, sinematografı, editörü… Mike’ı çok takdir ettim. Filmi yönetsel ve görsel açıdan çok başarılı buldum. Başrolde yine aynı üniversiteden arkadaşları Brit Marling büyük başarıyla oynuyor. Güzelliğinin yanısıra çok da iyi bir oyuncu, bana duygu yüklü yüz ifadesiyle biraz Juliette Binoche’u anımsattı. Filmin en önemli zaafı bence senaryoda idi. Mike ve Brit birlikte yazmışlar. Film, trajik bir trafik kazasıyla başlıyor, ve sonrasında bu kazanın iki baş aktöründeki travmaları anlatıyor. İspiyon vermemek adına detaya girmeyeceğim ama sinemada çok sık işlenmiş bir konu olduğunu söyleyebilirim. Farklılaşabilmek adına yeni bir şeyler söyleyebilmek lazım. Film içerdiği bilim-kurgu katmanıyla bunu başarabilirdi, keza kazada rolü bulunan, filme de ismini veren bir “diğer Dünya” söz konusu. Ancak hassas konulu bir filme böyle bir öge ile derinlik verebilmek için, kullanılan metaforun içinin çok iyi doldurulması gerekiyor ki, bence senaryo bu anlamda oldukça yetersiz kalıyor. Bu zaafın yanısıra, bağımsız filmlerde olmamasını ümit ettiğim (esasında sadece benim gibi takıntılı sinemaseverleri üzecek) birkaç ufak klişe de söz konusuydu.

Uzun lafın kısası, kendisinin 100 katı bütçesinde hergün yüzlerce üretilen filmlerden daha iyi bir film ve Mike, bu filmin başarısı ile biraz daha rahat bütçeli filmler yapma fırsatını bulduğunda, eğer bir de iyi senaristlerle çalışma şansını yakalarsa, ismini sık sık duyacağımız bir yönetmen olacaktır.

BARIŞ
http://bariscemiloglu.blogspot.com/

İki kanka yönetmenden ikincisi de filmini vizyona soktuğu bu hafta, ilkine gitmişken ikincisine gitmemek olmaz dedik ve hemen salonların yolunu tuttuk. “Behzat Ç.” ile ilgili bir yazı yazmamıştım, çünkü bir eleştirmen öncelikle objektif olmak zorunda ve uğruna sevgilimi ekip pazar akşamlarımı bir sene boyunca feda ettiğim dizi ile ilgili objektif bir eleştiri yazmamın imkanı olmadığından, bu sayfayı propaganda için kullanmayayım dedim. Ama bu film başka; pazartesilerimi çalan “Leyla ile Mecnun” dizi kadrosunun neredeyse yarısını barındırmasına rağmen, farklı dertleri, bambaşka bir yapısı olan apayrı bir film. Bu yüzden yazıyı hak ediyor.
Filmimiz Eskişehir’de (ki Onur Ünlü’nün en sevdiği şehir sanırım) anayasa profesörü olarak hayatını sürdüren ve halk tarafından tanınmış Celal Tan’ın, peri masalı gibi başlayan bir aşk ile evlendiği, kendinden 40 yaş küçük karısını öldürmesi ile başlıyor. Bundan sonrası aile içinde, cinayeti ne yapıp edip saklama isteği, durumu örtbas edip suçu başkasına atma hevesleri ile örülmüş kaba bir kara mizah örneği. Sonuç olarak film bizi absürtlükleri ile güldürürken aynı zamanda içimizi sıkıntı ile dolduruyor. Bu bağlamda film başarılı diyebiliriz.
Onur Ünlü filmografisini “Leyla ile Mecnun” dizisi ile tüm Türkiye önünde tanınmadan ve sadece festival meraklısı bir kitle tarafından değer gördüğünden beri takip ederim ve çok da başarılı bulurum. Kendine has ince mizahı ve göndermeleri, birçoklarına göre karmaşık ve sıkıcı bulunmasına karşın, her zaman için yeni film çekse de takibe devam etsek dediğim bir yönetmendir. Fakat meşhur olmak yönetmene pek yaramamış ve hikayesini bu sefer daha halk dilinde oluşturmaya çalışmış. Bu yüzden de arada kalmış herşey. Bir sahnede çok basit ve karikatürize karakterler, gayet saçma komedilerdeki gibi repliklerini sıralarken, beş dakika sonra, son derece metaforik bir gönderme ile şok oluyorsunuz. Sonuçta salondan çıktığınızda arada kalıyorsunuz. Ayrıca filmin reklamlarda dönen iki sahnesindeki absürtlükler de sadece bu iki sahne ile sınırlı. O zaman neden sadece bu sahnelerle reklam yaptınız diye sorasım geliyor. Politik göndermeleri de bir önceki filmi “Beş Şehir” yanında çok suya sabuna dokunmaz bir halde. Tamam sistem eleştirisi yapılıyor fakat gerisi gelmiyor. Bu hali ile Trt’nin sansürcü yapısından kurtulamamışlık izlenimi veriyor. Halbu ki Ahmet Kaya müziği fonunda, anarşist kızı döverek öldüren polis memuru ne kadar etkileyiciydi. Bu filmde bunlardan yok, sonuçta eğlenelim gülelim.
Oyuncular da aynı dizideki hallerindeler. Ushan Çakır babam demiyor da bu sefer dayım diyor. Cengiz Bozkurt en az Erdal Bakkal kadar kaypak bir karakter. Diğer oyuncular da başka dizilerden gelme olduklarından, ordaki oyunculuklarını aynı şekilde devam ettirmişler. Bir dizi seyreder gibi seyrediyoruz.  Celal Tan’ı Selçuk Yöntem bile aldatılan adam rolünden sıyrılamamış, “Aşk-ı Memnu” dizisindeki hallerine devam ediyor. Ayrıca o bünyeye o küfüler hiç gitmemiş, çok iğreti duruyor. Hani diğer oyuncuların ettiği her küfür son derece yerinde ama Celal Tan olmamış. Filmdeki tek göze batan oyuncu Bülent Emin Yarar; ki sadece onun oynadığı sahnelerde film oyunculuk açısından izlenir kılınıyor.
Filmin teknik yönlerine gelirsek daha bir dökülüyor. “Yazın dizi tatile girdi, bu malzemeler ile filmi de çeker miyiz acaba? Çekeriz abi ya ne olcak.” Sanki teknik ekip arasında bu diyaloglar geçmiş de bütün dizi malzemelerini sete taşıyıp filmi çekmişler gibi, bir baştansavmalık filmin geneline hakim. Görüntüler yavan, ışık bir yerde çok fazla iken diğer tarafta yetersiz. Sonuç olarak ortaya daha halk kitlesine hitap eden, anlaşılabilir ama diziden bozma, vasat bir film çıkmış.
Benim gibi Onur Ünlü hayranı fanatikleri, bir film için böyle müstesna bir yönetmeni terk etmezler; fakat bu film Onur Ünlü filmografisinin en zayıf halkası ve eğer tanışmak istiyorsanız, öncelikle gidin diğer filmlerin dvd’sini edinip seyredin. Böylece bu filme katlanmaya nedeniniz olsun. Kendisinden daha özgün ürünler bekliyoruz. İyi seyirler.
PUAN: 6/10
CİLASUN


1923… Resmo limanından Ege’ye ağlıyor derin bakışlar. Gülcemal görünür, yaklaşır Resmo’ya. Gülcemal ta içe kadar hissettirir sıladan mecburi ayrılışı (karşılıklı kovuluşu) ve aynı zamanda o bir kurtuluş’tur da. Gülcemal bir ironi aslında, hüzün ve huzur’u anlatan…  İki yaka’nın iki yakayı da bu denli özlemesi, bu ironiden midir? Ve Ege’yi bu kadar ‘biz’ yapan da bu mudur? Milyonların hüznünü, huzurunu barındırdığı, milyonları ayırdığı için birleştiren olduğundan mıdır?… Mehmet Bey, arada bi’ eksik Yunancasını ağzından kaçırmaya devam ediyor, neredeyse 60 yıl olsa da Anadolu’ya göçü. Göçler memleketi Anadolu’nun Ege kıyılarında bir kasabada eşrafın saygınlarından olmasına rağmen hala ‘gavur’ olarak anılır, yıl 1970’ler olsa da. Torun Ozan ise ‘Biz Türk’üz’ ispatıyla onun için bir can olan dedesinin ‘gavur’ sayılması arasına sıkışmış 10 yaşında bir çocuk, ‘deniz çocuk’.
Çağan Irmak’ın 1980 darbesi öncesi bir aile anlatısı, Dedemin İnsanları. Bir dönemi konu almak yerine, 1923’ten 1980 darbesine uzanan bir hikaye. Girit’ten Anadolu’nun Ege kıyılarına uzanan, 10 yaşındaki Mehmet’ten dede Mehmet Bey’in otobiyografik hikayesi. Çetin Tekindor’un Mehmet Bey’i, Durukan Çelikkaya’nın da minik Ozan’ı oynadığı filmde Hümeyra, Gökçe Bahadır, Yiğit Özşener gibi isimler rol alıyor. Umarım, 2000 doğumlu Durukan Çelikkaya’nın sinema serüveni bu filmdeki kadar parlak olur… Babam ve Oğlum’daki gibi aile yapısı hakim Çağan Irmak’ın bu filminde de. Ege’nin, neredeyse tüm kasabalarında görülen deliliği, komedisi, trajedisi olabildiğince yansıtılmış izleyicilere. (Köy dolmuşundaki 10 kişinin çıkardığı desibel düzeyi hayli fazla uğultu ya da torunu severken sövme halleri. Allah’la kurulan rakı muhabbeti.  Ve yine ‘yukarıdakiyle’ yapılan Ramazan-Rakı anlaşması…) Ayrıca Ege’nin militarizmi ve ötekilik halleriyle ‘gavur’ üzerine kurulu bir komedi ve hüzün sunuyor.
Hikayenin baş kahramanı Mehmet Bey, tam bir ‘O da bizim insanımız’ adamı. Kendini iki tarafa da ait hissetmenin verdiği bir ‘ötekicilik’ karşıtı. Torunu Ozan’sa, militarist Ege’de ‘gavur’ kimliği üzerinden ‘İstiklal Marşı’ okuyarak Türk olduğunu ispatlama gayretinde. Oysa, hayatının merkezindeki dedesi de ‘gavur’ diye anılanlardan biri gizli gizli. Mehmet Bey, torununu adam etmek için, insana insan olarak bakması için çabalar. Ozan ise her geçen gün yeni bir sabıkayla dedesinin karşısına çıkar. Mehmet Bey, torunuyla konuşmaya karar verir ve bu konuşma bizi de Ozan’ın arada kalmışlığına, 10 yaşındaki bir çocuğun psikolojisini anlamaya yönlendiriyor. ‘Gavur’ üzerine kurulan Türklükte, çok sevdiği dedesinin ‘gavur’ olduğu söylenen bir Türk olma çabasını.  Ve yalnız kalmamak için arkadaşlarına uyarak toplumsallaşma çabasını / dedesinin de Türk olduğunu ispatlama çabası… Mehmet Bey sıla hasreti çeken bir dede. Her rakı sofrasında Resmo’ya giden bir kahraman. Yıllar sonra, Resmo’ya gitmek ister, öz memleketini ziyaret için. Yola çıkacakları gün radyodan öğrenirler, Kıbrıs Harekatı olmuştur. Yıllar sonra Resmo’ya gitmek ister tekrar, tüm aileyle. Yola çıkacakları gün öğrenirler, 80 darbesi!.. Darbe günlerinde, Ege’nin rant haline gelişini, halkın sessiz sessizliğini ve kabullenişini görüyoruz. Ve Ege’nin hazan’a erken girişini… Sonra, Mehmet Bey yıllardır ‘bildiği kadar Yunanca’sıyla notlar yazıp şişelerle bıraktığı denize, kendisini bırakır. 1923’te Resmo’dan gelirken Ege’ye bıraktıkları küçük kardeşinin yanına… Torun Ozan da dedesinin üzerine toprak atanlardan olur, sağ taraftaki meleğin yazacağı binlerce sevabı da düşünerek. 10 yaşındaki çocuğun dedesinin cenazesine toprak atması modern dünyada ‘travmatik’ anlatılabilir ama filmde de büyük Ozan’ın dediği gibi ‘hayat’tır bu…
Mehmet Bey’in şişelerine, ölümümden sonra cevap gelir, eksik Türkçe’yle. Adres yazılıdır ve bir yanında Uzo göndermiş Resmo’daki evin mübadele sonrası sahibi… Ozan, dedesinin ona hep söylediği ‘bir gün alıp beni götürürsün evime’ sözünü, tek başına, 20’lerinde gerçekleştirir. Ve Girit’e dedesinin adına geri yolculuk… Ege onun için bir deniz değildir artık, bambaşkadır… Resmo’da her selam verdiği Yunan’ın zoraki kahve ikramından sonra  dedesinin beyaz evini bulur. Evin yarım asırlık sahibi dolmadaki, cacıki, salata gibi ikramlarla karşılar Ozan’ı. Ozan Resmo’dadır, dedesinin adına / anısına…
FATİH

Salgın

Yayınlandı: Kasım 23, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Cilasun'un Yazıları, *Filmler

Bu filme gitmek için iyi bir sinemaseverin elinde onlarca neden var. Hatta gitmemek için bahane bulması imkansız. Öncelikle yönetmeni Oscar’lı; gerçi artık fason üretim tadı veren sürekli çektiği filmlerinde aynı kaliteyi tutturamadığı söylense de yine de takibe değer halini korumakta. Sonra oyunculara bakıyoruz, Oscar almayanı yok gibi; bu kadar meziyetli oyuncuyu seyretmek için beş sinema bileti parası vermemiz gerekirken, toplu indirimden yararlanmış gibi hissediyorsunuz kendinizi. Bu kadro ne yapsa seyredilir diye düşünüyoruz. Bu hisler ile filmekiminde bilet bulamadığımız için üzüldüğümüz anlarda, nasıl olsa iki hafta sonra vizyona girecek diye teselli bulmuştuk. Vizyona girdiği gibi de gittik demek isterdim ama sonuçta bu işi hobi olarak yaptığımdan dolayı önceliklerimizde hep arkaya itiliyor sinema.
Filmimiz çok feci şekilde ölen birkaç kişi ile başlıyor. Açılış son derece başarılı, müzikler çok vurucu. Kendinizi filmin içinde buluyorsunuz ve neden sorusunu filmdeki çaresizler ile birlikte arıyorsunuz. Fakat süpriz bir son yok, nedenler niçinler filmin ortasında açıklanıyor. Zaten amaç da salgın ile genel mücadeleyi göz önüne sermek. Ortaya çıkan kaosu, hastalıktan daha büyük tehlikeleri son derece çıplak bir şekilde gözler önüne seriyor. Sonuçta zamanımızın paranoyak dünyasında başımıza gelmeyen şeyler değil bunlar.
Bir sürü kısa hikayeden oluşan filmleri hep sevmişimdir. Aslında yukarıda saydığım birçok nedenin yanında, filme gitmemdeki en önemli etken buydu. Fakat burda hikayeler birbirinden tamamı ile kopuk ve karakterler neredeyse hiç karşılaşmıyorlar, tanışmıyorlar. İnsan minimalist bir İnarritu dokunuşu arıyor doğrusu. Filmin başlangıç ve bitiş kurguları mükemmel. Fakat arada kopukluklar had safhada. Marion Cotillard filmin başında çok önemli bir karakterken, ortalardan sonra bir yok oluyor, unutuyoruz doktoru. Ta ki son sahneden bir öncekinde sonunun ne olduğunu öğrenene kadar. Bu da seyirciyi tatmin ediyor mu? Koca bir hayır. Aynı şey diğer karakterler için de geçerli. Hikayeler birbirine bağlanmıyor ve bu hali ile kısa filmlerden oluşmuş “Paris, Seni Seviyorum” tarzının üstüne çıkamıyor.
Oyuncular genel olarak başarılı, ama hiçbiri Oscar aldıkları veya adayı oldukları performanslarının yanından bile geçemiyor. Gerçi o kadar süreleri hiç olmuyor bu filmde. Sonuçta yukarıda toplu indirim demiştik ya. Oyunculuk da ona göre haliyle.
Film son derece etkileyici bir başlangıç ve nedeni açıklamakta o kadar başarılı bir son arası vasat bir yapı ile ilerliyor. Bu hali ile, klasik yorumu bir kez daha doğruluyor ve hatta yönetmen ile ilgili eleştirilere de biraz olsun katılmama sebep oluyor. Sonuçta her zamanki gibi, bu kadar ünlüden çok başarılı bir film çıkmıyor ve ancak kendini seyrettirir düzeyde kalıyor. İyi seyirler.
PUAN: 6/10
CİLASUN

Hangimiz biliriz ya da kaçımızın haberi yoktur. Soykırımlar ve felaketler çöplüğü de diyebileceğimiz resmi olmayan tarih bir de Çingene soykırımını barındırır içerisinde. Üstelik Yahudi soykırımı diye bildiğimiz felaketin öznelerindendirler, isimleri bile anılmaz birçok makalede, filmde, eleştiride…  Tony Gatlif’in ‘Liberte’si  1943’ün Fransa’sında bi’ Çingene kervanını konu alıyor. Gerçek bir öykü. Özgürlüklerinin göç’e bağlı olduğu Çingeneler, özgürlüklerini yitirmemek ve hayatları olan göç’ü bitirmemek için kaçıyor Alman askerlerinden. Bir Fransız köyünün girişine kuruyorlar çadırlarını. Ve dönemin Avrupa’sının modası ırkçılık!.. Uzun süre dışlanıyorlar köy ahalisi tarafından, ‘üstün insan’ Avrupalı tarafından ‘insan’ görülmeyerek… Çingeneler de memnun değil hallerinden. Özgür değiller. Göç etmeliler ama savaş hali diye yerleşmek zorundadırlar, kendilerinin olmayan devletin kanunlarına tabi olarak. Oysa Çingenelerden biri hayatlarına konulan bu engele ‘Bu sizin savaşınız. Biz hiçbir zaman savaş çıkarmadık.’der… İkinci Dünya Savaşı zamanlarında Avrupa’da yaklaşık 2 milyonu bulan Çingene nüfusu var, devletsiz. Devletsiz olmak doğuştan kimliksiz olmak mı? Yarım milyona yakını yok olan Çingeneler, hangimizin aklına‘Naziler soykırım yaptı’ derken gelir… Gelir mi? FATİH


2003 Cannes Film Festivali Kısa Film Yarışması’nın Jüri Özel Ödülünü alan ve Arjantinli yönetmen Fernando Solanas’ın oğlu Juan Solanas’ın yönettiği 15 dakikalık kısa film “Başı Olmayan Adam/ L’Homme Sans Tete” başarılı bir “kalabalıkta yalnızlıklar” hikayesi.

Açılış sekansındaki zeplinden atılan bir paraşütçü gibi katılıyoruz Solanas’ın hikayesine. Biz alçaldıkça açılan boz renkli sisin arasından bir sanayi-liman kentine iniş yapıyoruz. Gökyüzünden aşağı süzülerek dahil edildiğimiz hikayenin bunaltıcı rengi, sonrasında manzarasını bize kirli bir camın ardından sunuyor ve kahramanımız “başı olmayan adamla” orada tanışıyoruz. Kirli camlar, kirli aynalar ve şehir kirliliğinin büyük yer tuttuğu hikayede gözlerimiz başsız kahramanımıza alışmakta güçlük çekse de yönetmenin bizi hikayesine ustaca dahil edişinden uzaklaşamıyoruz.

Diğer başsızlar gibi kendisine uygun bir baş satın alarak sevdiği kızı etkilemeye çalışan başsız adamın, pırıltılı bir “baş dükkanı” salonunda denediği başlardan memnuniyetsizliğini ve sonrasında verdiği kararı izleyeceğimiz bu kısa metrajlı film özünde fotoğrafçı ve sinema yönetmeni bir babanın çocuğu, olan Solanas’ın büyük bütçeli işlere imza atmasına ve daha önceki başarılı işlerini duyurmasına olanak tanıyor.


İlk uzun metrajlı filmi Sonbahar ile kariyerine başarılı bir başlangıç yapan Özcan Alper’in ikinci filmi Cezayir doğumlu Fransız Marksist düşünür Louis Althusser’ın kitabının da adı olan Gelecek Uzun Sürer, “Cafer Panahi ve Muhammed Rasulof’a Özgürlük” sloganı ve İtalyan şair yazar Cesare Pavese‘nin Tepedeki Ev romanında geçen “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?” cümlesiyle başlıyor ve daha filmin en başında bir kaygısı olduğunu bize sezdiriyor. Sonbahar filminde politik fakat duygusal yanı daha ağır bir temayı işlemesine rağmen bu filminde duygusal fakat politik yanı daha ağır basan bir konuyu-günümüzde çözüm umudunu ve çözümsüzlük korkusunu aynı anda yaşayan Kürt meselesini, faili meçhulleri ve geride bıraktığı acıları-sorguluyor. Etnomüzikoloji tezi için ağıtlar derleyen Sumru’nun izinden takip ediyoruz konuyu. Çalışma yapmak için Diyarbakır’a gelen Sumru, bölgede yakılan ağıtları araştırırken korsan dvd satan, sanat filmleri hayranı ve tam bir “tutunamayan” örneği Ahmet ile tanışır (Korsan satıcı deyip geçmeyin, Ahmet’in filmde öğreneceğiniz fakat benim burada söylemeyeceğim başka ünvanları ve sosyal faaliyetleri de var.) ve ikisi sesler üzerinden bir yolculuğa çıkar. Bu süreçte yakınları faile meçhule (galiba artık meçhul değil) kurban giden Kürtlerle konuşma fırsatı bulurlar ve işitsel ve görsel hafıza merkezinde o döneme ilişkin konuşan tanıkların seslerini dinleyerek hayatını kaybedenler hakkında araştırma yaparlar. Özcan Alper’in bir röportajında dediği gibi belki herkesin bildiği politik hikayelerin arkasındaki insan hikayelerini öne çıkarmaya çalışırlar. Bu konuşmalar ve filmde gösterilen o döneme ait gerçek çekimler filme bir belgesel havası katmış olmakla birlikte filmin akıcılığını da engel olmuş. Filmde ağıt peşinde koşan Sumru aslında meseleye dışardan bakan herkes gibidir. Ağıt peşinde geldiği bölgede insanların acıları ve yaraları ile karşılaşan Sumru ağıtları unutarak acısını anlatan tanıkların sesleri içinde kaybolur. Filmde çok çok az görünen Sumru’nun dağa çıkmak için onu bırakıp giden erkek arkadaşı Harun, filmin esas temasında önemli bir yere sahiptir ve bizi üniversitede okuyan bir insanın neden dağa çıktığı sorusuna yanıt aramamıza sevkeder.

Özcan Alper’in yaptığı aslında malumun ilanı fakat bunu yaparken genelden özele inme çabası var. Evet güneydoğu ağıtların en çok yakıldığı yerdir ve Sumru bu yüzden buralara araştırmaya gelmiştir fakat bu ağıtların arkasında neler vardır, bunu anlatmak istemiş. Bir eleştirmenin de dediği gibi eline pankartı alıp bağırmaktan ve meseleyi ifşa etmekten başka birşey değildir Alper’in yaptığı. Ama  ne olursa olsun meselenin nerdeyse tüm boyutları ile konuşulduğu ve tartışıldığı günümüzde sinemasal anlamda da gündeme gelmesi sevindirici. (İki Dil Bir Davul, Oğul, Kayıp Özgürlük.. Kürt meselesine farklı boyutlarıyla anlatan filmlerle birlikte de düşünülebilir) Fakat açıkcası duygusal yanı daha kuvvetli olan sonbahar filmi kadar etkileyici ve sarsıcı bir film değil. Filmi izledikten sonra belgesel tadı kalıyor damakta. Sonbahar’dan aklımızda kalan duygusal sahnelerin aksine bu filmden sonra aklımızda filmde yapılan “röportajlar” kalacak belkide. Filmin sonlarına doğru Sumru’nun Ahmet’e sorduğu gelecek 25 yıl nasıl olacak sorusuna Ahmet’in verdiği cevap geleceğin uzun sürse de umutla dolu olarak geleceğini hissettiriyor.

18. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney Özel Ödülü, SİYAD En İyi Film, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Müzik dallarında ödül alan film, röportajlarından çıkardığım kadarıyla ne şehit ailelerinin ne de terörist ailelerinin yanında durmadan orta yerden meseleye baktığını söyleyen Özcan Alper’in bu iyi niyetine ve ilk filmi Sonbahar hatırına izlenmelidir.

MEHMET