Okumadan, dinlemeden, keşfetmeden bilenler var bu ülkede, gök kubbe altında. Sokrates’i duymamışlardır belki de ama gavurdan öğrenecekleri hiçbir şey yoktur zaten onların. Elbistan’ın kocaman bir ülke olduğunu düşünmüşlerdir bir kere, -tan eki sayesinde sadece. Haritayı Adriyatik’ten Uzakdoğu’ya kadar boyamak yerine, bi’ Kahramanmaraş il haritasını merak etselerdi keşke. Meksika’yı ‘üçüncü dünya ülkesi’ olarak konumlandırırlar, Meksika’nın haritadaki yerini dahi merak etmeden. Meksika’yı izledikleri filmlerde İstanbul’un da Bombay’dan farkı olmadığını görebilmeyi başarsalardı keşke. Bombay’a bir şey dediğim yok (yeni ismiyle Mumbai’ye), olanın olduğu gibi olmasıdır istediğim. Orası İstanbul’dur çünkü. Meksika ise üçüncü dünya ülkesi olarak bakılmayı hak etmemeli izlerken filmlerini. Meksika sınırına ise ‘sınır’ olarak bakmamalı sadece. Ya da tam da ‘sınır’ olarak bakmalı belki de. Dramdır oradaki, insan’ı yok sayan bir ‘ticaret’tir. Juarez’den sınırı geçmek, New Jersey’e ulaşmak ise tamamen ‘yeni bir dünya kurmak’tır yola çıkan Latin Amerikalılar için.
‘**Fatih’in Yazıları’ Kategorisi için Arşiv
Bir ‘Meksika sınırı’ filmi: Sin Nombre
Yayınlandı: Haziran 23, 2012 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:Cary Fukunaga, Sin Nombre
Dedemin İnsanları
Yayınlandı: Kasım 25, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *Filmler, *Türk FilmleriEtiketler:çağan ırmak, çağan ırmak filmleri, dedemin insanları, dedemin insanları eleştri, dedemin insanları yorum, Hümeyra, mübadele filmleri
Liberte
Yayınlandı: Kasım 21, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:çingene filmleri, liberte, Tony Gatlif
Hangimiz biliriz ya da kaçımızın haberi yoktur. Soykırımlar ve felaketler çöplüğü de diyebileceğimiz resmi olmayan tarih bir de Çingene soykırımını barındırır içerisinde. Üstelik Yahudi soykırımı diye bildiğimiz felaketin öznelerindendirler, isimleri bile anılmaz birçok makalede, filmde, eleştiride… Tony Gatlif’in ‘Liberte’si 1943’ün Fransa’sında bi’ Çingene kervanını konu alıyor. Gerçek bir öykü. Özgürlüklerinin göç’e bağlı olduğu Çingeneler, özgürlüklerini yitirmemek ve hayatları olan göç’ü bitirmemek için kaçıyor Alman askerlerinden. Bir Fransız köyünün girişine kuruyorlar çadırlarını. Ve dönemin Avrupa’sının modası ırkçılık!.. Uzun süre dışlanıyorlar köy ahalisi tarafından, ‘üstün insan’ Avrupalı tarafından ‘insan’ görülmeyerek… Çingeneler de memnun değil hallerinden. Özgür değiller. Göç etmeliler ama savaş hali diye yerleşmek zorundadırlar, kendilerinin olmayan devletin kanunlarına tabi olarak. Oysa Çingenelerden biri hayatlarına konulan bu engele ‘Bu sizin savaşınız. Biz hiçbir zaman savaş çıkarmadık.’der… İkinci Dünya Savaşı zamanlarında Avrupa’da yaklaşık 2 milyonu bulan Çingene nüfusu var, devletsiz. Devletsiz olmak doğuştan kimliksiz olmak mı? Yarım milyona yakını yok olan Çingeneler, hangimizin aklına‘Naziler soykırım yaptı’ derken gelir… Gelir mi? FATİH
Cennet Batıda
Yayınlandı: Temmuz 12, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:cennet batıda, Costa-Gavras
Cennetin Batı’da olduğu hayaliyle kapağı Avrupa’ya atmaya çalışırken denizde polise yakayı ele veren mültecilerin dramıyla başlıyor sahne. Kasvet kokan bir film değil, aksine renkli, eğlenceli ama sistem eleştirisinin de bariz yer aldığı bi’ Costa-Gavras filmi. Başroldeki Elias’ın (Riccardo Scamarcio) Paris’e yolculuğu sırasında yaşadıkları özelinden bir göçmenin sıkıntıları, Fransa’nın hali, Fransızların tavrı, kapitalist sistemin eleştirisi, cinsellik, doğallık, yabancı olmak ve daha birçok sosyolojik ‘algı’ya değiniliyor. Aslında tüm bunlar basitçe, bir göçmen hikayesinin neşeli ve macera dolu bir şekilde, masalsı bir kahraman yaratılarak yansıtılmasıyla halledilmiş. Elias’ın sürekli polisten, güvenlikten, korumalardan, patronlardan kaçışıyla ve Alman kadınların, otel patronunun, kuşçu kadının, gay kamyoncuların tacizleriyle dolu bir serüvenü var ama her şey yolunda gidiyor yaşananların aksine. Hayat güvenilmeye değer yine de… Kaçışlarla başlayan film bi’ süre sonra ise yolculuk filmine dönüşüyor. Tanımadığı bir ülkede, yolunu bilmediği Paris’e otostopla varıyor masalsı kahramanımız. Anlamadan gezgin’lik yapmış oluyor… Paris’te göreceği biri vardır, otelde tanıştığı illüzyonist, Elias’a demiştir “Paris’e gelirsen beni görmeye gel”. Elias, Paris’te onu gördüğündeyse şu cevabı alır, “İşte Paris’tesin ve beni gördün.” Hayat bu!..
Filmde Batı’yı ‘cennet’ görenler, gayler, Romanlar, Türkler, Fransızlar, Almanlarla ilgili hoş espriler var. Böylece hoş eğlenceli karışık bi’ film çıkmış ortaya. “teröristler hiçbir zaman otostop yapmazlar, onlar ya hızlı tren ya da uçak kullanırlar.” gibi sağlam replikleri de var…
FATİH
Zorba / The Greek
Yayınlandı: Temmuz 5, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *Filmler, *KlasiklerEtiketler:Anthony Quinn, Irene Papas, Mikis Theodorakis, Zorba the Greek
Nikos Kazancakis’in 1940’larda kaleminden çıkan Zorba’dan uyarlanarak çekilen film, her çağın sorunu olan farklılıkları dışlamayı, özgürlüğü, birlikteliği, hayatı beyaz perdeye yansıtıyor. Film, basit bir şekilde “İnsan özgür müdür?” sorusuna cevap aratmıyor. İnsanın doğasını, günümüz tabiriyle hayatının ‘mahalle baskısını’ gözler önüne seriyor. Özgür olabilmek mümkün değilse, acı’lar değişmiyorsa eğer, hayatı yaşamak gerektiğini anlatıyor. Felsefesini. Sirtaki yapmak…
Filmin başrollerinde Alexis Zorba (Anthony Quinn) ve Basil (Alan Bates) var. Yaşadıklarından edindiği derslerle hayatını basitçe devam ettiren, neşeli ihtiyar Zorba, Atina limanında Girit’e baba mirası maden ocağını işletmeye giden genç, utangaç yazar Basil’in peşine takılır. Basil aslında maden ocağı bahanesiyle, yalnız ve sakin, yeni bir hayata kapı açmıştır fırtınalı Girit yolculuğuyla. Girit’in, dışarıdan mütevazi, içeriden ise ‘Yalan Rüzgarı’ yaşamı olan, aslında tipik Ege kasabası diyebileceğimiz küçük bir kasabasında geçiyor hikaye. Kasabalının tavrını izledikçe insanın özgür olamayacağı vuruluyor yüze. ‘Dul’ olmak ya da ‘yabancı’ olmak veya ‘zengin’ olmak. Küçük Ege kasabasında dedikodu ok’una tahta olmak için yerinde sebepler. Irene Papas’ın anlattığı dul kadın, tüm erkeklerin elde etmek istediği ama edemediği için de düşmanca tavır sergilediği ‘dışlanmış’ biri. Madame Hortense ise “Bu Giritliler! O kadar kıymet bilmezler ki…” diyecek kadar dertli ve yaşlı bir kadın…
Filmin, ‘acı’ olarak en etkileyici sahnesi ise Noel ayini sırasında Kilise bahçesinde dul kadının recm edilircesine taşlanması. Ve taşlamanın sonunda bir Ege yiğidi çıkar tutar kadının saçından ve boynuna bir çizik atar efe bıçağıyla… Fransız Hortense’ın ölüm döşeğinde olduğunu öğrenen kasabalılar, eve ‘üşüşür’ ve “Devlet bu yabancının mallarına el koymadan biz alalım. Biz daha fakiriz.” düşüncesiyle birkaç saatte ev boşaltılır. Tutuculuğun had safhası da burada karşımıza çıkıyor. Hortense Katolik’tir ve Ortodoks papaz cenazesini kaldırmaz onun. Bu yaşananlara film boyunca Zorba basit ama anlamlı sözleriyle dokundurmalarda bulunuyor. Devlet’i için savaştığını anlattığı bir sahnede Zorba, “Öldürdüm, köyleri yaktım, kadınların ırzına geçtim. Peki neden? Türk oldukları için. İşte o kadar aptalmışım. Şimdi herhangi birine ‘iyi biri’ ya da ‘kötü biri’ diyorum. Yunanlı ya da Türk olmasından banane. Hepimizin sonu aynı ne de olsa, kurtlara yem.”
Acıyı unutmak için dans ediyor Zorba. Dans denildiği anda yüzünde bir haz beliriyor. Ve hissettiriyor insana, o içinden çıkılmaz halini. Böylece Mikis Theodorakis’in müziğiyle birlikte Zorba’nın dansı filmin en unutulmaz sahnelerinden biri oluyor. Bir hareketlilik geliyor izleyene de, Zorba sirtaki yaparken.
Michael Cacoyannis’in 1964 yapımı Zorba filmi, Antik Yunanvari bir yaklaşımla bilgelikte basit bir yaşam olduğunu gösteriyor bize. Sokrates’in sözü gibi “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.”. Ve acıya üzülmenin faydası olmadığı, dans etmenin delilik değil, acıyı hafifletmek olduğunu anlatıyor.
Fatih
Roma, Açık Şehir
Yayınlandı: Temmuz 4, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *Filmler, *KlasiklerEtiketler:açık şehir, citta aperta, open city, roberto rosselini, roma
Nazi Almanya’sına mücadele filmlerinden biri “Roma, Açık Şehir”. Düşman, dönemin Avrupa’sını hizaya sokmuş faşist Alman yine. Buna karşı, İtalyan halkının Katolik, Marksist demeden tümüyle birlikte yürüttüğü ‘şanlı mücadelesi’ söz konusu, eşcinsel olduğu varsayılan Alman askerlerine. 2.dünya savaşı’nın henüz bittiği zamanlarda çekilen, dönemine göre İtalya’da çığır açmış bir film aynı zamanda. Stüdyoda yıldızlarla değil, amatör oyuncularla gerçek sahnede, Roma’da çekimi yapılmış filmin.
Niye “açık şehir”? Sebebi, Almanlar ve İtalyan direnişçilerin ortak kararı ya da sözde anlaşması, “Roma, asker ve silahın olmadığı bir şehir olarak kalacak. Açık şehir.” Öyle değil tabi ki de, Alman askerleri sokakta yürüyen 3 kişiyi gücünü kullanarak hemen arabaya atıp uzaklaşabiliyor. Silahlar, askerin ‘rap rap rap’ları her yerde. Fırında ekmek kavgası, Alman askerin kadına tacizi, apartmanın boşaltılması vs… Yani savaş hali cirit atıyor açık şehir Roma’da. Filmde dikkat çeken noktalardan biri, çocuk sayısının fazlalığı. Direnişçi, korkusuz ve iyi çocuklar bunlar. Kısacası, savaştan yeni çıkmış İtalya adına umut, onlar.
Alman komutan, Peder’i iknaya çalışıyor. Askerleri ise diğer odada peder’in komünist dostunu ikna etmekle uğraşıyor fakat canlı bedenine ateş püskürtmeye varan yoğun ‘ikna çalışmaları’ sonucu komünist direnişçi ölüyor. Filmin sonunda da acı ya da onurlu, bi şekilde peder de öldürülüyor. Direnişçi olmak, Alman askerlerine karşı olmak, askerden kaçan Almanlara yataklık gibi faşist ruha muhalif hareketler içerisinde bulunmaktan dolayı. Başka bir Alman komutan filmin bir yerinde “Biz üstün ırk falan değiliz. İnsan öldürüyoruz. İnsanlara zulmeden bir ırk üstün olamaz.” diyor ve birkaç kez tekrar ediyor “öleceğiz. hepimizin sonu böyle.”
1944 yılında Nazi işgalindeki Roma’yı anlatan “Roma, Citta Aperta”, 1945 yapımı bir Roberto Rosselini filmi. Önemli rollerde ise Anna Magnani ve Aldo Fabrizi yer alıyor. Anna Magnani, senaryoyu hissettiren ya da izleyeciye o senaryoyu yaşatabilen bir oyun sergiliyor. Film, 1946’da Cannes’da Altın Palmiye ödülü almış, Türkiye’de ise ilk kez 1993’te İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş.
Fatih
“YAŞAMAYA DEĞER” İzlenmeye Değer
Yayınlandı: Şubat 17, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:yaşamaya değer
Paris’in burjuva semtlerinden birinde zengin ailelerinin yaşadığı bir apartman, filmin mekanı. Apartmandaki soylu kişiler arasında hiçbir diyalog yok. Öyle ki, apartmanın sakinleri, 27 yıllık kapıcılarının isimlerini dahi bilemeyecek kadar asosyal bir burjuva topluluğu… Gerçekten, insanüstü bir ‘sakin’lik… Böyle bir yerde, Paloma’nın (filmin küçük kız oyuncusu) hayata bakışı nasıl olabilir? Hayat, boş, anlamsız bir oyun gibi bir şey onun için. Yaşamaya değer mi? Paloma, böyle bir hayata sarılıp da sonra ani bir kalp kriziyle ölmeyi yeğlemiyor ve 12.yaş gününde intiharı hedefliyor kendine, 165 gün sonrasını…
Apartmanın kapıcısı Renee, ellilerinde bir kadın… Yaşlılığını ve çirkinliğini kabul etmiş, ‘böyle geçmiş böyle gider’ diyen kendi halinde bir kadın. Bir kapıcıya göreyse, beklenmedik bir kitap tutkusu var. küçücük evinin bir odası sadece kitaplara ayrılmış… Paloma ve Renee’nin hayatı aslında aynı apartmanda olsalar bile, binaya yeni taşınan Japon bir adamın vesilesiyle oluyor. Daha öncesinde Pamola, dışa kapalı bir ailenin kızı, Renee ise kapıcı olduğu için fark edilmeyen biriydi. Japon adamın Pamola’yla, Renee’yle yakın ilişki kurdu. Pamola hayatı keşfetmeye başladı, Renee ise kapıcı olmanın haricinde başka vasıflarının da olabileceğini…
Filmi tamamen anlatarak, basit kelimelerle değerini düşürme niyetinde değilim fazla… O yüzden, izlenmeye değer bir film diyerek bitireyim…
FATİH
Yaşamın travmatik ve dramatik bir yönünü konu alıyor. Kaza sonucu annelerini kaybetmiş çocuklar ve eşini kaybetmiş bir adamı… Yuvayı sağlam tutabilmesi için üzüntüsünden feragat ederek çocuklarının psikolojilerini iyileştirmeye çalışan bir babanın çabası, üstelik çocuklardan biri bu ölümden kendini sorumlu tutarken hem de…
Beklenmedik bir ölüm. Kaybedilen kişi bir de anneyse, zordur atlatmak bunu. Bir annenin yerini doldurmak çocuk için, tam da ihtiyaç duyulduğu anda, tam da gençliğe adım atarken… Ve eşine ihtiyacı olduğu bu zamanlarda eşini kaybetmesi bir adamın. Film, bu duyguyu vermeye çalışmış.
Bir kent filmi, Cenova. Ailenin, yeni bir hayata başlamak için tercih ettikleri, bir İtalya kenti. Kaotik bir şehir olarak karşımıza çıkıyor Cenova başlangıçta. Dar, tekin olmayan ve tehditkar sokakları, ihtişamlı binaları, otantik gösterimiyle bu atmosfer devam ettiriliyor film boyunca. Yaralı üç yürek, Cenova’yı içselleştirmeye ve birbirlerine tekrar bağlanmaya, erken yaşanan travma sonrası yaşama sarılmaya çalışıyorlar…
Anlatılan, beklenmedik bir ölüm sonrası, şehri değişen bir ailenin tekrar yaşama bağlanması ve iyileşme çabası kısaca…
FATİH
The Bucket List (Şimdi Ya da Asla)-2007
Yayınlandı: Ocak 5, 2011 / ***Tüm Yazılar, **Fatih'in Yazıları, *FilmlerEtiketler:jack nicholson, morgan freeman, the bucket list, şimdi yada asla
Birbirinden farklı hayatları olan iki yaşlı adamın, aynı hastane odasında kalmalarıyla başlayan dostluklarını konu edinmiş bir film, Şimdi ya da Asla.
Jack Nicholson’un canlandırdığı Edward, hastanenin sahibi, zengin, kendi tanımlamasıyla da hayatı yaşamayı seven biri. Bu yüzden biraz bencil ve kibirli görünen bir karakter. Morgan Freeman’ın oynadığı Carter ise, bir aile babası, büyükbaba, oto tamircisi, kitap okumayı çok seven, hayatını aile bağlarında, dostluklarda gören bir karakter olarak karşımızda. Ve ikisi de, sonunda hayatlarına mal olacak hastalıktan dolayı aynı hastanenin aynı odasında kader arkadaşlığı yapmak zorunda kalıyorlar.
Carter’ın yapılacaklar listesinin ismi bu kez, “öbür dünya için yapılacaklar” listesi olmuş. Birine karşılıksız iyilik yapmak, gözümüzden yaş gelene kadar gülmek gibi birçok insanın isteyebileceği temennileri yazılı bu listede. Fakat, tam da o anda, doktorundan, ömrünün birkaç ay’dan ibaret kaldığını duyunca, yazmaktan vazgeçiyor, listeyi bırakıyor. Edward ise (onun da birkaç aylık ömrü kalmıştır) bu listeyi okuyor ve “asla çok geç değildir” diyerek, Carter’ı ikna ediyor listedekileri gerçekleştirmeye ve listeye, Fransa’dan Kahire’ye, Himalayalar’a kadar dünyayı turlamak, paraşütle atlamak, hız yarışı yapmak gibi birçok aksiyon ekliyor. Listedekilerin birçoğunu yapıyorlar. Ve bu arada birbirlerini tanıyorlar. Ailelerini. Carter, mutluluğu anlatıyor. Hayatı anlatıyor. Son zamanlarında Edward’ın yaşamak zorunda olduğu mutluluğu.
Bir zaman sonra Carter fenalaşıyor ve ölüyor. Cenaze töreninde Edward’ın Carter için söylediği şu sözleri yazmak gerekir, “O hayatımı kurtardı, üstelik ben bunun farkında bile değildim. Öyle gurur duyuyorumki, bu insan beni anlamak için en değerli anlarını harcadı.” Ardından diğer karakterimizde aynı kaderi paylaşıyor. İkisinin de cesetleri, yakılmış bir şekilde, diledikleri gibi Himalayalar’da küçük teneke kutuların içinde…
FATİH
Zamanın Tozu, Theo Angelapoulos’un Üçleme’sinin ikinci filmi. Ağlayan Çayır’daki Eleni’nin acı ve umut dolu hayatı devam ediyor. Aslında umuda yolculuk bitmiyor diyebiliriz… Eleni’yi Sovyetler Birliği’ne kaçmış olarak buluyoruz bu filmde. Onu bulmamızı sağlayan ise, ABD’ye giden eşinin onu almaya gelmiş olması. Ve film bize Eleni’yle birlikte Toronto’dan Berlin’e, Kazakistan’dan Sibirya’ya geniş bir coğrafyada son yarım yüzyıla yolculuk yaptırıyor.
Ağlayan Çayır’da olduğu gibi, sadece bir hikaye değil asıl anlatılmak istenen. Eleni’nin üzerinden son yarım yüzyıla acı ve umut dolu bir yolculuk. Bu yüzden eşiyle buluştuklarında tekrar bir ayrılık onları bekliyordu… Ve Stalin ölmüştü, Ukrayna’dan Sibirya’ya, Kırgızistan’dan Polonya’ya kadar tüm halk yasa davet ediliyor… Ayrılıktan sonra Sibirya’ya sürgün edildi Eleni, bebeğiyle birlikte. Daha sonra bebeğini yakın dostu, sevgilisi Jacob’un kız kardeşine göndermek zorunda kaldı, Berlin’e… Bir gün, tüm Stalin heykellerinin toplatıldığı fark edildi… Sürgün bitmişti, Macaristan’dan Avusturya’ya giriş yapılıyordu artık. Özgür dünyaya belki de. Fakat, sınırlar Jacob’u sevdiğinden ayıracaktı. Ya da ayıramayacak! Jacob, Eleni’yi İsrail’e tercih etmişti ve onun peşinden Almanya’ya yerleşti… Eleni, Kanada sınırında sisler içerisinde görünüyor. Sınırlar, sadece bir çizgi değil çünkü. Buraya gelmesinin sebebi ise, eşini, eski eşini bulmaktı. Buldu ve evliydi müzisyen eşi… Berlin Duvarı yıkılıyor… Yönetmen olan oğlu, annesiyle babasının filminin çekimleriyle ilgileniyordu Berlin’de. Milenyum arefesinde Eleni ve eşi Spyros, Berlin’e geldi. Bunu duyan Jacob da Leipzig’den hemen Berlin’e geliyor, Eleni’sini görmek için. Ve yönetmen, film çekimlerinin arasında tüm aileyi ağırlamak zorunda ve bir de işkolik babasından ve onları terk etmiş annesinden dolayı bunalımdaki küçük Eleni’yle ilgilenmek zorunda. Tüm bunlar eklenince, geçmiş ilişkiler dökülmeye başlıyor. Jacob, Eleni’yi kaybettiğini kendine itiraf eder ve geriye dönüp baktığında, hayatının boşa geçtiğini düşünür. Yapacak tek bir şey kalmıştır onun için. Sessizlikte intihar… Eleni hasta yatağındaydı. Ağlayan Çayır’dan bir söz hatırıma geldi, “Sen uzandın ve ıslak çimlere dokundun. Elini kaldırdığında birkaç damla yuvarlandı ve gözyaşları gibi toprağa düştü…” Eleni’nin elinden birkaç damla yuvarlandı, gözyaşı gibi… Spyros Eleni’sini kaybetti ama torun Eleni’sini kaybetmeye niyeti yoktur.
Angelapoulos, film boyunca sekanslarla ‘flashback’ler yaşatıyor. Zamana göre değil, olayların ilişkilerine göre ilerletilmiş bir film. Ve filmin başında da zaten diyor, “Hiçbir şey sona ermedi. Ermez de…”
FATİH
Oldukça uzun bir film izledim, 160 dakikadan fazlaydı ve her anı dikkat istiyordu. İlk defa bir filmi izlerken yorulduğumu hissettim. Bahsettiğim fim, Theo Angelapoulos’un ‘Üçleme’sinin ilk filmi, Ağlayan Çayır. Bolşevik İhtilali’nin hızla yayılmasının ardından Odessa’dan Batı Trakya’ya sürülen Yunanlılar’la film başlıyor. Sürgün yerinin Yunanistan’ın iç kısımları değil de Batı Trakya olması, birinci dünya savaşının ardından ulus devletlerin, nüfus dağılımındaki etnik ağırlığa verdikleri öneme dikkat çekiyor olmalı. Batı Trakya henüz Yunan olmuştu ve Türk nüfusun ağırlığı hala sürmekteydi orada. Odessa’dan gelenler burada, göl kenarına yerleşiyor, köy kuruyor, yıllarca burayı vatanları olarak benimseyemeden yaşıyorlar ve sonunda, göç ediyorlar, gölün suları altında kalan köylerinden.
Filmin asıl konusu, Yunanlılar’ın hayatı ya da bir ailenin sıkıntıları değil. Puşkin caddesinde annesinin cansız bedeninin yanında ağlayan Eleni’nin, sürgün edilen Yunan ailelerinin biri tarafından evlat edinip, Selanik’e getirilmesiyle başlayan yaşamı. Annesiz ve 3 yaşındayken göçle başlayan bir hayat…
Birkaç dakikanın ardından, Eleni büyümüş ve ikiz çocuklarını evlat vermiş küçük bir anne olarak karşımıza çıkıyor. Bu sırada Yunan ailenin çocuğuyla yeşeren aşk ise filmin temelini atıyor fakat babalığının Eleni’yi istemesi, genç kızın oradan uzaklaşmasına neden oluyor ve iki genç, köyden kaçarak Selanik’e geliyorlar, yeni bir hayat kurabilme düşüncesiyle. Mübadele sonrası İzmir’den Selanik’e gelmek zorunda kalan müzisyen Nico ise onlara yardım edecek ve film boyunca iki genç aşığın dostu olacaktır. Nico’nun sık sık İzmir’i anması, kişinin hayatında milli vatanın değil anavatanının daha güçlü olduğunu anlatıyor.
Selanik’te hayatın zorluklarıyla boğuşurken zamanla siyasi mücadelelerin içinde buluyorlar kendilerini. Bu arada, jandarmadan gizli düzenlenen bir partide, sürekli onları arayan babalarıyla karşılaşıyorlar. Yaşlı baba, oğlundan bir parçayı çalmasını isteyerek, Eleni’yle kısa bir dans ediyor. Ve dans sonrası ölüyor…
Angelapoulos, müziğe önemli bir yer vermiş filmde. Buzuki, darbuka, keman, akordion ile müzik ziyafeti veriyor. Film boyunca, siyasi tarih de bizi bırakmıyor. Birinci dünya savaşının acı sonucuyla başlayan film, Yunan iç savaşı ve işgalin ardından ikinci dünya savaşına kadar uzanıyor. İç savaşta Eleni’nin ikiz çocuklarından biri gerilla olarak karşımıza çıkıyor, diğeriyse asker olarak… Artık iki düşmanlar. Fakat, konu Eleni olunca yani anne, hala iki kardeşler… Ayrıca film sonuna kadar göl kenarında asılı kalan beyaz çarşaflar ve sık sık geçen kara tren, bazen Eleni’nin umudunu bazense acılarını anlatıyor. Aynı zamanda dünyayı da… Beyaz çarşaflar, Nico’nun ölüm sahnesindeyse kana bulanıyor…
Annesinin cansız bedeni üzerinde ağlarken bulunan Eleni, Üçleme’nin ilk filmi Ağlayan Çınar’ın sonundaysa oğlunun cansız bedeninin üzerinde ağlıyordu…
FATİH